18 Aralık 2009 Cuma

Avatar


1889'da kameranın icat edilmesinden bu yana sinema tarihinin geldiği son noktayı gösteren mükemmel bir film. Evet etkili bir yazı girişi yapmak istedim bu filme çünkü hakediyor.


James Cameron'un yönettiği bu filmin reklamını duymayan kalmamıştır zaten. Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Stephen Lang, Giovanni Ribisi, Joel Moore ve Michelle Rodriguez gibi isimleri barındıran bu filmde, filmin üzerine çıkabilcek isimlerin oyuncu kadrosunda rol almayışı beni ayrı bir sevindirik etti.

Filmi izler izlemez eve gelip bilgisayarımı açık burada hakkında bir şeyler yazma isteği uyandırdı bana. Hafızama pek güvenmediğimden yarını bekleyemezdim çünkü. James Cameron'un senaryosunu on beş sene önce yazdığını okumuştum. Evet belki on beş sene önce değilde şimdi yazılsaymış belki biraz daha geliştirebilirdi hikayeyi fakat, genel anlamda konunun gelişime açık olması ve filmde klişe adına sayabilceğimiz bir çok olayların olmasına rağmen hepsini çok güzel harmanlamış ki bu klişelerin olması gayet normal çünkü yüksek bütçe geniş kitleleri hedefler ve ne kadar geniş bir kitlenin izlemesi bekleniyorsa bir o kadar da hollywood etkisi görünmeli bu konuda. Sonuçta artık klişelerin olmadığı bir yapıt düşünemiyorum ben ve bu yüzden de önemli olan bunları güzelce harmanlayıp sunması gibi geliyor. Bu konuda da başarılı olmuş gerçekten.

Üç saat boyunca farklı bir dünyaya götürüyor ve oraya üç boyutla götürmesi gözlerimizi yormasına karşın çok yerinde bir karar oluyor.

Film başladı oturduğum yerden iki saat sonra kalktım(Mecburi ara). Nefes alıp vermeyi bile istemsiz yapıyordum çünkü ordaydım yönetmen oraya götürmüştü beni ilk defa bu hisse kapıldım film seyrederken(Kitap okurken çok olur bu bana.) ve işte o yüzden gördüğüm en güzel masaldı. O kadar güzeldi ki film bana çok kısa geldi, hep sürsün istedim orada yaşayayım istedim çünkü bana gösterilen dünya harikaydı.

Sigara içerken arada (Mecburi istikamet dışarısı olduğundan) soğuk havanın daha bi soğuk olduğunu hissettim, ilk kez bu kadar soğuk hissettim içimde çünkü bunun havayla falan bi alakası yoktu üşüyen içimdi çünkü olmam gereken dünyada değildim az önce gördüğüm yerlerde olmalıydım. Bu düşüncelerle girdim filmin devamını izlemek için ve film bitti tıpkı filmde de dediği gibi masalların en kötü yanı bir süre sonra bitmesi.

Sanki elinden elma şekeri alınan çocuk gibi ağlamak istedim, çok kısa geldi film ama yinede suratımda gülümseme vardı hala bulutların üstündeydim, hala uçuyordum, hala bedenim turkuazdı. Filmde anlatılan hikayenin olduğu zaman 2154'tü sanırsam ki bi ara o yıl geldiğinde canlı olarak kalamıcağıma bile üzüldüm çünkü oraya gidip Na'vi ırkından olmak istedim.

Sonuçta eleştirilcek yanları var bu filmin de fakat bunlar göz ardı edilebiliyor (En azından ben ediyorum). Mutlaka en az bir kere ve üç boyutlu olarak izlenmesi gereken bir film.

I see you.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Kendimi kötü hissediyorum. Bugün içimde anlam veremediğim bir moral bozukluğu var. Sadece ne yapmam gerektiğini bilsem daha iyi olucam biliyorum ama ne yapmam gerektiğini bile bilmiyorum. Böyle hissetmek çok boktan.

8 Aralık 2009 Salı

Azuloscurocasinegro ve Daniel Sánchez Arévalo

Daniel Sánchez Arévalo'nun senaryosunu yazıp yönettiği bu filmi tavsiye üzerine izledim. Başrollerinde Quim Gutiérrez, Marta Etura ve Antonio de la Torre oynadığı kadrosunda Eva Pallarés ve Héctor Colomé bulunduğu bu filmde bu kadar oyuncu isimi saymamın nedeni hepsinin birbirinden başarılı bir şekilde filme katkıda bulunmasıdır.


Ana öyküyle, yan öyküleri çok iyi harmanlayabilmiş bir yapıt Azuloscurocasinegro. Birbirini tamamlayan bu yan öykülerin hiçbiri gereksiz değil ve ana öyküyü dallandırarak güçlendirmiş. Filmin en güzel yanlarından biri marjinal hayatları olağanca anlatmasıydı. Sanki ortada marjinal birşey yokmuş gibi hissettiriyor. Bir diğer artı da, ayrıntıları yakalayabilen için izlemesi çok zevkli bir film olmuş olması. Filmde müzik kullanımıda bir noktaya kadar başarılı sayılabilir ama benim dikkatle incelediğim şeylerden olduğu için bu konuda daha başarılı olabilirmiş demedim değil. Film bende sanki üçlemenin ikinci filmiymiş hissi yarattı. Bilemiyorum belkide öyledir. Yönetmeni incelediğimde bunun olma olasılığı varmış gibi geldi çünkü aşağıda yönetmen ile ilgili gözlemlerimi bahsedeceğim yazıda da görceğiniz gibi birkaç nedenim var.

Bu filmde bir diyalogtan daha çok bir sahne daha çok hoşuma gitti. Şöyle ki;
''Jorge'nin kapıcılık yaptığı apartmanda oturan ve aşık olduğu kız natalie'nin gittiği yerlerden kart göndermesi ve esas oğlan Jorge'nin bu kartları odasının duvarına asıyor olması ve bunların üzerine en son gönderilen kartın üstünde 'Yatak odanda başka bir pencere' yazıyor olması çok etkileyiciydi.''.

Zeki adam bu arevalo izlediğim ilk filmi olmuş olmasına rağmen bunu bende uyandırabildi. Filmi izledikten sonra portfolyosuna baktığımda sekiz tane filmi var bu altıncı filmi. Jorge isimine biraz takık olduğu diğer filmlerinde ki karakterlere verdiği isimlerden anlaşılıyor. Birde bütün filmlerinde benzer isimlerle çalışmış olduğu dikkatimi çekti. Quim Gutiérrez olsun, Antonio de la Torre olsun, Héctor Colomé olsun hepsi Arevalo'nun en az iki yapımının içinde de var. Bu sebebten ötürü belli konulara takık ve bu konularda kullancağı karakterleri kafasında çoktan belirlemiş ve onlarla yoluna devam eden bir yönetmen profili oluşturdu bnm gözümde. Yakın zamanda diğer filmlerinide izleyip buna karar verebilcem ama şuan için sadece bir tahmin.

Traitor

Senaryosunu ve yönetmenliğini Jeffrey Nachmanoff'un yaptığı, başrollerinde Don Cheadle, Guy Pearce, Saïd Taghmaoui'İn oynadığı islam, amerika, terör üçlüsünden oluşan bir başka film traitor.


Film başlarda biraz durağan gitmesine rağmen yavaş yavaş içine çekmeyi başarıyor. Senaryo farklı bir bakış açısından yakalamak istemiş konuyu başarmış ta sayılmaz çünkü daha iyi olabilirmiş. Mesela film yine içten içe Usa'in ne kadar güçlü olduğunu gözümüze sokmamalı yeter artık gına geldi. Sonuçta verilmek istenen mesaj bir şekilde verebilmiş. Müslümanlara karşı tek tip bakış açısı olan amerikalı vatandaşların izlemesi gereken bir yapıt olmuş. Don cheadle bana daha iyi oynayabilirmiş gibi geldi, Guy pearce iyiydi rolün hakkını vermiş, Said taghmaoui ise farklı bir aktör gerçekten yakışıyor bu adam bu rollere mimiklerini çok iyi kullanıyor bana birini hatırlatıyor ama kimi bilmiyorum =). Filmin Soundtrack'i iyiydi özellikle Thirty years later adlı mutlaka dinlenilesi bir parçaya sahip.

Sonuçta daha güzelleşebilcek bir senaryo, daha iyi oyunculuk kadrosuyla, daha detaya inen güzel bir film olabilirmiş ama olmamış. Sıkıldığınızda izlersiniz, yani izlemek için kasmaya gerek yok :).

Samir karakterinin ajan roy karakteriyle yaptığı diyalog filmde en sevdiğim diyalogtu. Şöyle ki;

Samir : ''Kuran'ı Kerim der ki, masum birini öldürürsen, tüm insanlığı öldürmüş
gibi olursun, biliyor musun?''
Ajan Roy : ''Ayrıca, bir hayat kurtarırsan tüm insanlığı kurtarmış gibi olursun der.''

29 Kasım 2009 Pazar

Bilinenden hissedilene

Her zaman yalnız olduğumu, olduğumuzu çeşitli ortamlarda dile getirmişimdir her ne kadar bildiğim bu durumu hissetmesemde. İşte o günlerden biriydi kendimi yalnız hissediyordum. Ailemi, arkadaşlarımı, akrabalarımı, sevgililerimi düşünüp sorgulamaya başladım yine. Sonrasında sevgililerimde takılı kaldım.


Karşıma çıkan aşklarımı düşündüm de iyice hepsini sevmiştim, hepsini üzmüştüm, bir çoğunun zamansız geldiğini düşünmüştüm, bir çoğunu eskimeden yıprattım, bir çoğunu yetersiz bulmuştum, bir çoğuna ben yetersiz gelmiştim bir şekilde geride bırakmayı göze almıştım, göze almışlardı. İlerde birgün karşılaşabilceğim insanla tanışmak vardı kafamda ve onunla tanışıcaktım gerçek aşk oydu, istediğim herşey ondaydı çünkü. Tabi bu safça düşünceler o zamanlar bakıpta görememe, geceye baktığımda parlayan yıldızların benim için olduğunu anlayamamama nedenimdi. Acımasız, zalim olduğunu bilememiştim, toyluk zamanlarımın hesabını sorcağını tahmin etmezdim, hayatın. Nerden bilebilirdim ki akşamın bir vakti yalnız kalacağımı, ya da yanımdakilerin olması gereken insanlar olmayacağını. Eskiden de bilirdim herkes yalnız derdim ama hissetmezdim ki böyle yalnızlığımı.


Özlüyorum çoğu zaman onsuzluğu yaşamadığım zamanları. İçim acıyor, yalnızlığın dünya üzerinde ki korkulacak olgulardan biri olduğu düşüncesi sarmalarken bedenimi gözlerimin içinde coşmuş bir akarsu misafir gibi ağlıyorum hıçkırarak.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Why do people look like the others ?

Sanki yaşanılan her şey insanı diğer insanlarla aynı yapmaya çalışıyor gibi. Mantıklı başka bi açıklaması yok ki bu kadar birbirine benzeyen insanların bulunmasını.

12 Kasım 2009 Perşembe

The watercolor

Yönetmeni ünlü karikatürist ve illüstratör Cihat Hazardağlı olan filmde Haluk Bilginer, Cansel Elçin, Asu Emre, Altan Erkekli, Ahmet Gülhan, Tamer Karadağlı, Bedri Koraman, Fergan Mirkelam, Metin Uca, Tuba Ünsal, Ayşenur Yazıcı, Selçuk Yöntem gibi Türk sineması ve tiyatrosundan tanıdığımız bir çok ünlü var. Galasına tam bir tesadüf eseri katıldığım film, Türk sinema tarihi açısından çok önemli bir film olarak gördüm. Bu şekilde damgalamazsam haksızlık etmiş sayılırım. Üzerinde üç sene uğraşılmış olan bu film, Türk sinemasının ilk dijital filmi olarak tarihe adını şimdiden yazdırdı.


Resime yeteneği olan küçük yaştaki bir çocuk olan Marconun, babası tarafından sokak sanatçılarıyla tanıştırılıp, sokak sanatçılarından bir olan genç kız(Lorella)dan resim dersleri almaya başlamasıyla başlayan hikaye daha sonra Marconun Lorellaya aşık olması üzerine hayata dair küçük yaşta öğrendiği şeyleri anlatarak devam ediyor. İçinde küçük hikayeler barından film senaryo olarak iyiydi. Kurguda başarılıydı. Filmin müziklerini Fazıl Say yapmış genel anlamda müziklerde çok hoşuma gitti sadece Metin Uca'nın enstrüman çaldığı sahnedeki müzik kulak tırmalayıcıydı o kadar. Filmin dilinin ingilizce yerine türkçe olması daha iyi olabilirmiş gibi geldi bana. Bu arada unutmadan söylemek gerekir ki Marco rolünü oynayan Sarp Alemdaroğlu yaşına rağmen oyunculuk konusunda yetenekli olduğunu gösteriyor ve bence ayrı bir alkış hakediyor.


Bu filmi, Türk sinemasını kalitesiz işler yaptığı gerekçesiyle hor gören benim gibi sinemasever arkadaşların kesinlikle görmesi gerekli diye düşünüyorum. Çünkü bizden birilerininde güzel şeyler yapabildiğini görmek mutlu edici bir şey.


Galaya dair birşeyler söylemem gerekirse Tuğba ünsal'la tanışma fırsatım oldu gerçekten çok güzel, zarif, şıktı ve yasaklanmış olanın büyüsü kadar çekici. Teknik arıza sebebiyle iki kez filmin duraklaması ise hiç hoş değildi. Ne olursa olsun Cihat Hazardağlı ve ekibini tebrik ederim.

5 Kasım 2009 Perşembe

Armağan mı, lanet mi ?

Acaba zamanın ötesini görebilme yetisine sahip miydi diye düşündü belki de öyle olmak istediğindendi. Aklına bir şeyleri bulmuş insanlar geldi acaba onlar biliyorlar mıydı diğerlerinden fazla olduklarını?. Alışılmışın dışına nasıl çıkmışlardı, allah vergisi miydi yoksa geliştirilebilen bir özellik miydi ki, dine bağlı insanlar mıydı gerçekten, sorumlulukları varmıydı acaba, çok mu özgürdüler yoksa kısıtlanmaları mı etkilemişti onları?.


Aklına bu tarz düşüncelerin gelmesi bunları sorgulamasının sebebini düşündü sonra. Kendisi de bilmiyordu bu düşüncelerin aklına nerden geldiğini ve aslında bu da onun için ayrı bir cevaplanması gereken belirsizlikti. Tahminler yürütürdü sadece ve bu sefer bu tarz soruların aklına gelmesinin sebebini kısıtlandığını düşünmesine, kendini aşma isteğinin bulunmasına, farklı olmaktan bağımsız olmasına, alışılan şeylerin doğru olduğu fikrine bağlı olmamasına vs. bağlıyordu. O an aklına insanın kendini ne kadar az tanıyabildiği düşüncesi gelmişti ve bu düşüncenin doğru oluşu onu gerçekten sinirlendiriyordu çünkü kendini o kadar çok tanımaya çalışıyordu ki gün geçtikçe kendini daha iyi tanıyacağı yerde, daha az tanıdığını düşünmek bir başarısızlık hissettiriyordu. Böyle olduğunda kendinde sorunu arayıp bir çok kez psikoloğuyla konuşmak zorunda hissetmişti kendini. Yapamadığını bildiği tek şey düşünmeyi durdurmaktı. Aklına bu geldi ve yine düşündü ''Acaba her daim düşünüyor olmam da bana verilmiş bir armağan mıydı yoksa lanet miydi acaba?''.

22 Ekim 2009 Perşembe

İç geçirme

Evden çıkıp az önce görüşüp birkaç bir şey içmek için buluşcağı arkadaşının yanına gidicekti. Yapması gereken evden çıkıp metroya kadar yürüyüp taksime gitmekti. Evden çıkmadan önce dolabındaki kotlarına baktı bir türlü karar veremedi hangisini giyeceğini en sonunda çıkardı birtanesini ve giydi. Üzerine giyeceği tshirt için onlarca tshirt arasındanda birine karar verdi ve onuda giydi. Daha sonra hangi ayakkabıyı giyceğine karar verip ona göre kemer seçti. Evden çıkmadan deri ceketinide sırtına geçirmişti. Dışarı çıktığında hava yağmurluydu ve buz gibi bir hava vardı. Ceketin fermuarını iyice kapatıp, kapşonunuda kafasından geçirdi ve daha sonra Marlborosundan bir dal çıkartıp dudaklarının arasına yerleştirdi ve derin bir nefes çekerek yaktı sigarasını. Biliyordu ki metroya kadar yürüyecek ve bu esnadada sigarasını içmek için fazladan zaman harcamayacaktı. Yürürken sağına soluna bakıyordu ve insanları, bakışlarını, dış görünüşlerini inceliyordu. Bir çoğunuda beğenmiyordu. Bu düşüncelerle metroya yaklaşmıştı, sigarası da bitmişti o ara gözü yol kenarındaki kaldırımda kartonların üzerinde yatan adama gözü ilişti.


Yürümeye devam ediyordu ama gözü adamdaydı. İki büklüm olmuş üzerine üç beş tane kirli battaniye almış, saçı sakalı birbirine girmiş ellili altmışlı yaşlarında bir adamdı bu. Aklına acaba neden bu halde diye bir soru geldi çünkü o soğukta ve yağmurda insanlar koşar adımlarla biryerlere giderlerken o adam orada soğuk taşları hissetmemek için altına aldığı birkaç karton ve üzerindeki battaniyeyle ısınmaya çalışıyordu ve kendince birkaç şey uydurdu. Yüzü düşmüştü bu düşüncelerle birlikte, öyle bir iç geçirdi ki aldığı nefesin soguğunu ciğerlerinde hissetti aldırış etmemecesine bunu bir kez daha iç geçirdi. Tam anlamıyla içi burkulmuştu. Daha sonra metroya bindi ve kafasından atmaya çalıştı o adamı düşünmeyi çünkü bunu daha önce yaptığını hatırladı evet o adam hep oradaydı demekki öncedende düşünmemişim şimdi neden düşüneyim dedi fakat başaramadı aklından çıkaramıyordu. En son ne zaman çok fazla üşüdüğünü düşündü, en son ne zaman çok fazla acıktığını düşündü, en son ne zaman banyo yapamadığı olmuştu ki veya kafasına taktığı o büyük(!) sorunlarını düşündü vs. gözleri dolmuştu, kendini zor tutuyordu. Metroda o kadar kişinin içinde olmasaydı göz yaşlarını bırakıcak ve hüngür hüngür ağlıyacaktı. Elinden birşey gelmiyordu da o yüzden tek yaptığı içinden sisteme küfürler etmekti o an. Metro taksime varmıştı bi an herkesin indiğini görünce anladı ve kalktı yerinden. Sersemlemişti o dakikalar her şey boş geliyordu sallana sallana yürüyor ve kendine kızıyordu nasılda hep yanından umursamazca geçtiğini düşünüyordu.


Metrodan çıkarken daha metroya girmeden bir sigara içmiş olmasına rağmen yine yaktı bir sigara ve merdivenlerden çıktığında arkadaşını gördü. Selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra arkadaşının yapmış olduğu esprilere buruk bir gülümsemeyle karşılık vermeye başladı ve yürümeye başladılar istiklale doğru.. Her adımda daha çok kalabalığın içine karıştı ve daha çabuk uzaklaştı o adamdan, daha çabuk uyum sağladı topluma(!!)...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Everything Is Illuminated

Liev schreiber'in yönettiği, Jonathan safran foer'in nobel ödüllü kitabından uyarlama olan filmde Elijah Wood ve Eugene Hutz (Gogol bordello grubundan hatırlayın.) oynuyor. Film genel anlamda müziğiyle, kadrajıyla, diyaloglarıyla veya Kusturica esintileri içermesiyle de çok hoşuma gitti.

Biz bu filmi daha önceden de gördük diyebilirsiniz izledikten sonra ama yahudi insanının nasılda vahşetle öldürüldüğü üzerine dönen bir film değil. İçinde komediyi de dramı da içeren bir yol hikayesi gibi. Gibisi fazla öyle(!), değilse de ben dedim oldu yani(swh). Yahudi ve koleksiyoncu bir gencin savaş öncesi dedesinin yaşadığı yer olan ukraynaya gidip yaşadığı toprakları görme isteği anlatılıyor. Bu genel konunun içinde ukraynaya gittiğinde ona tercümanlık yapıcak olan bir genç ve onun dedesininde dahil olduğu bir konu daha var. Doğu avrupa kültürü ve yaşamıyla ilgili gözlemler, ukraynalı gencin amerikan özentisi olması ve bundan kaynaklanan salakça soruları falan çok komikti. Birde madalyonun öteki yüzünde savaş bitti mi diye soran kadıncağızın olduğu izlenmeye değer bir film. Ukraynanın ne güzel ovaları varmış yahu dedirten film. Geçmişin herzmn bizimle oldugunu, tersyüz edilmiş şekilde bırakıldığını ve geçmişin herşeyi açığa kavuşturucağını sölüyor film.


İzlemesi en zevkli sahnesi ayçiçek tarlalarının içindeki o küçük klübemsi evin görüntülendiği sahneydi. O sahnenin müziği Paul cantelon'a ait Sunflowers. İzlenmeye değer bulduğum bu filmi olur da birgün izlerseniz, olur da bu yazıyı tekrar okursanız işte o zaman anlıcaksınız bu sonu.

20 Ekim 2009 Salı

The United States of Leland

Ryan gosling, Don cheadle ve Kevin spacey gibi oyunculuk konusunda gerçekten iyi isimlerin ayrıca Michelle williams, Jena malone, Chris klein ve Lena olin'in oynadığı bu bağımsız amerikan filminin yönetmeni ve senaryosu Matthew ryan hoge'a ait.

Film genç bir çocuğun yanlışı, doğruyu, aşkı, anneyi, babayı, kendini, acıyı, sevinci sorgulamasını anlatıyor. Bu sorgulamanın nedeni ise bardağın dolu tarafını değilde daha çok boş tarafını görmesi. Filmin düşündürmek istediği şeyler belli noktalarda konunun üzerine çıkıyor. Çok fazla karakter olmasına rağmen kurgulama çok hoşuma gitti, filmin müzikleride güzeldi. Konu olarak çok alakası olmasada bana donnie darkoyu hatırlattı filmin yapısı. Ryan gosling'in müthiş bir performansı vardı yine. Küçük bir kaç enstantaneden bahsedeyim, Michelle williams filmde Eatin soup adlı bir parçayı seslendirmiş ve bu filminde anakarakterinin sevgilisi olan Jena malone, Donnie darkodada aynı roldeydi.


Bağımsız sinemanın izleyici üzerinde bıraktığı etkiyi sevmemden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama izlenmeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Filmden kaptığım güzel bir sözü paylaşarak bitireyim;
''You have to believe that life is more than the sum of its parts''.

Oku, araştır, sorgula ve farkında ol

Son zamanlarda üzerinde yazmak istediğim şeylerden biri cahillik. Baştan söyleyeyim cahillik derken imkansızlıktan okuyamamış, köylü milleti falan da değil, her türlü imkana sahip cahiller. Faceboook'da dolanan videolardaki insanlar, salakça ve cahilce yorum yapanlar, esra ve ceyda kardeşler gibi veya uçtuğunu iddaa eden insanlara tepki verenler vs beni çok güldürüyor çünkü bir şekilde tepki gösterenlerinde onlara benzediğini düşünüyorum.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, okumayı söktükten sonra kitap okumayanlar, tv karşısından kalkmayanlar, bir insanın yakışıklı veya güzel olmasını çok umursayanlar, sadece futbolla yatıp futbolla kalkanlar, sevgilisi tarafından özgürlüğünün kısıtlanmasını sevgiyle açıklayanlar, hayatında roman alıp okumadığını utanmadan söyleyebilenler, milliyetçi olanlar, o videoyu paylaşmayanların türk veya müslüman olmadığını savunanlar, solcu olup tikky takılanlar, atatürkünde insan olduğunu unutanlar, atatürk'e insan diyeni atatürk düşmanı ilan edenler, oy verdiği partiye neden oy verdiğini bilmeyenlar, recep ivedik gibi filmlere gişe rekoru kırdıranlar, entel kelimesini hakaret olarak kullananlar vs. işte bu insanların bence artık dalga geçmemeleri gerekiyor çünkü gülünç bir durum oluşuyor. İçimden diyorum ki lan o dalga geçtiğin insanlar sen ve senin gibileri karikatürize eden bi tip ne dalga geçiyorsun.


Modern, çağdaş türk gencinin(!) çuvaldızı kendine bi batırması gerekiyor. Farkında olmalı, okumalı, araştırmalı, sorgulamalı ve bırakmalı artık cahilliği.

18 Ekim 2009 Pazar

Aynı olmak

O kadar çok aynı olunca, ne bekliyorlar sanki sonuçta ortak nokta kalmıcak tabi ki. Sonra yok anam biz birbirimize çok benziyorduk, yok bacım biz ruh eşiydik falan filan. Hadi lan ordan o kadar aynısınız ki sıkılıyorsunuz. O sana seni, sen ona onu hatırlatıyorsun ve kendinizden kaçıyorsunuz. Yalansa yalan de.

Bazı gerçeklerin toplamı

Herşeyi kontrol etmeye ve herkesi mutlu etmeye çalışıyorum. Bunlar beni bazen çok feci daraltıyor çünkü ister istemez yapıyorum bunu. Mesela eskiden bir caddenin ortasında yürürken bakardım sağıma, oradan geçen insanlara ve sonra solumdan geçenleri göremiyorum diye düşünüp uyuz olurdum, kontrol edemezdim kaçırdıklarımı. Sırf birileri istiyor diye muhabbet ediyorum, vakit geçiriyorum ama düşününce bunları, istediğimdende yapmıyorum sanki yapmış olmasam kalbi kırılcak gibi hissediyorum.

Bazen kendimi tanıyamıyorum niye bilmiyorum ama bazen böyle hissediyorum. Mesela şu an saçmaladığımı düşünüyorum ama bunu düşünme sebebim içimde ki bu değişik duyguları tam olarak aktaramayışım. Diyorum ki kendi kendime keşke biri olsa da, bana beni anlatabilse. Depresiflikle alakası olmayan bu düşüncelerimin nedeni bakış açımın, objektifliğimin ve kendime doğru soruları sormamın yetersiz olması beni böyle düşündürüyor gibi gibi.

Bazen aklıma bir yabancı sızmış gibi hissediyorum ve ben orada değilim de dışarısında neler olduğunu izliyor gibiyim düşünmeyi durduramıyorum, bırakamıyorum. Ve kontrol edemiyorum.

16 Ekim 2009 Cuma

İki çift lafım var

1* Dikkat ettimde aklımda birşeyler varken insanların söylediklerinin, yaşadıklarımın falan çok fazla bi anlamı yok bende.

2* Ölmeden önce yaşanması gerekn 1001 şey olmuş olsaydı çoğunu yaşamış olurdum.

15 Ekim 2009 Perşembe

Ex love, I'm so sorry

İnsanlar çoğu zaman kararlar verir ve bu kararlar insanın hayatını etkiler. Bazı kararları verdiğinde bunların hayatını çok fazla etkilemediğini düşünürsün ama aslında onlar bile çok etkiler. Bir yandan da sayıca çok fazla olmayan ve açıkça görülen kararlar verirsin hayatının kalan kısımını değiştirir.

Benim şuana kadar yaşadığım bir çok şey arasında hayatımı etkileyecek ve etkilemiş olan kararların sayısı üç tanedir. Bu üç kararımın şuan için iki tanesi yanlıştı. Bazen çok geniş düşünemiyorum heralde diyorum bunları hatırladığımda. Çocukluk yaptığımı düşündürüyor bana belkide hala çocuğum bilemiyorum. Sonuçta yanlış verilmiş kararlarım şuanımı etkiliyor ve doğru olanı tercih etmiş olsaydım şuan daha güzel olurdu hayatım. '' Yaptığın şeyler hayatını daha iyi yaptı mı ? '' bu soruyu daha önceki kayıtlarımda yazmış ve kendi kendime hiç sanmıyorum diye cevaplamışken aradan geçen yedi aydan sonra cevabım şuan hiç sanmıyorum gibi yuvarlak bir cevap değilde, kesin hatları olan bir cevap; hayır oldu.


Aşşağıdaki şarkıyı dinliyorum bir kaç gündür ve sanki 'o' bana sitem ediyor gibi geliyor. Sözler o kadar 'o'nunmuş gibi ki utanıyorum şarkıyı dinlerken. Söyleyecek bir şeyim olmaması içimi parçalıyor çünkü verdiğim karar yanlıştı çünkü verdiğim karar sadece benim hayatımı değil onunkinide etkiledi ve ben bu egoistligi yapmış olmaktan utanıyorum.


Seni karanlıkta tek başına bıraktığım için,
Kendimi bir sahtekar durumuna soktuğum için,
Açıklama yapıcak bir şeyim olmadığı için,

Hiçbir şeyin aynı olmayacağını düşündüğüm için,
Aşkımızın yeniden canlanmıcağını düşündüğüm için,
Pişmanlıklarımdan bahsettiğim için,

Bir daha asla ruhunu okşuyamıcağım için,
Bir daha asla kalbinin derinliklerine inemiceğim için,
Sana yalan bile söyleyemiceğim için,

Artık çok geç olduğu için,
Bana kızıp, benden nefret ettiğin için

Çok özür dilerim.


İlgili aramalar: müzik - esra kahraman exlove -  esra -  kahraman -  exlove

Ostrov / Island

Winner of the grand prize for best short film at the cannes film festival, Ostrov/Island (1973) from Fyodor Khitruk. I liked this short film. It's about capitalism. Director says to us everything within 9.30 minutes.

Fyodor Khitruk - Ostrov (island) from thelepermessiah on Vimeo.

11 Ekim 2009 Pazar

Entre les murs

Laurent cantet'nin yönettiği, François bégaudeau hem yazıp hem başrol oynadığı, cannes film festivalinde altın palmiye ödülünü almış bir film. Parisin banliyölerinden birinde geçiyor film ve daha çok göçmen çocuklarının okuduğu bir okulun, bir sınıfının dönemi boyunca yaşananlarını sade ve yalın bir şekilde izleyiciye aktarıyor.


Film genel konu itibariyle başarısız bi okulun, başarısız bir sınıfının başarısız öğrencileri başarılı olmaya çalışan bir öğretmen tarafından eğitilmeye çalışmasından bahsediyor ve biz bu senaryolara çok rastladık. Fakat bu film bana türlerinden daha farklı geldi ki; sadece bana değil cannes jürisinede öyle gelmiş ki altın palmiyeye layık görülmüş ve bence hak etmişte. Diğer yandan hollywood'un klişelerinede (örneğin; kahraman öğretmen sınıfa dersleri sevdirir. ) biraz giydirmiş gibi geldi bana. Filmde müzik kullanılmamış bu çok dikkatimi çekti değişik geldi gelmesine ama bir yandanda gerçek hayattada müzik olmadığını düşününce bu da gerçeklik katmış dedim kendi kendime. Filmde bir başka ilgimi çeken şey ise başrol françois'in gerçekte de öğretmen oluşu ve hikayeyi onun yazmış olmasıyla filmin neden bu kadar gerçekçi olduğunu çok fazla düşünmüyorsunuz.

Bilemiyorum bana mı denk geliyor yoksa kafa yapımdan mı kaynaklanıyor ama bu filmde de sistem eleştirisi bolca mevcut. Örneğin; fransa entegrasyonunu eleştiriyor, eğitim sistemini eleştiriyor, idealin gerçekle örtüşmemesi eleştiriliyor, öğretmen-öğrenci ayrımı eleştiriliyor ve burada simgeselleşmeler var gibi otorite-toplum gibi vs.


Hayat gibi bir film olması sebebiyle izlenmeli kategorisine giren filmlerden.

9 Ekim 2009 Cuma

Karmaşa

Ben kimdim ki sanki sadece düşler aleminde gezinen bir piçtim, ilk şarabımı onun elinden içtim de sonra sürtük oldu kalbim. Etraftaki yüzler, yapmacık gülüşler, bir anlık düşler bomboş her şey ne farkeder yinede bir umutla sarıldım kendime ama nafile baslarım vurdu tizlerime. Kimleri altıma yol yaptığımı düşdündüm de iki biraya köle olan özgür kızlardan iğrendim yine. Hemen orada istedim ki yazılsın adım ama mezarım nerde.
Medet umdum ama kıydılar kalbime, bir hiç oldum gerçeklikte. Salaktım ve bende içtim, bende sildim tek kalemde her şeyi. Değerdi insan uğruna ölmek ama bir hiçti artık çünkü aşk sadece loş ışıkta seks yapmaktı artık aşk için ağıt yakmamalıydı. Her kafadan çıkan ayrı ayrı sesler beynimi fena siktiler. Çektiğim acılar tahmin edilmezdi arada kalmışlık ve kaçarak yaşamak da takatimi bitirdi. Mutluluk, ağza çalınan bal gibiydi, kokusu bile yok şimdi.

5 Ekim 2009 Pazartesi

O an sen oradaydın.

Cumartesi akşamıydı, sıkılmıştım yine kendimden birden telefonum titremeye başladı. Arayan bir arkadaştı ve dedi ki hadi çık taksimde buluşalım. Hiçbir şey yapasım yoktu ama istiklal caddesinde yürümek bile iyi hissettirebiliyordu o yüzden gitmeye karar verdim. Metroya bindim, metronun gidiş yönüne ters şekilde oturdum ve insanların neler yaptığını izlemeye başladım camın yansımasından. Herbiri farklı, herkes farklıydı. Bir çocuk çaktırmadan burnunu karıştırdı ve burnundan çıkanı oturduğu yerin altına sürdü, diğer tarafta bir kız vardı cildine son rötüşleri yapıyordu, bir amca vardı alnı terlemişti emekçinin alın teri işte diye geçirdim içimden ve biri daha vardı kendini benimseyememişti daha yansımalarını hep farklı bir insan sanıyordu işte o da bendim.


Metrodan inip meydana çıkana kadar kaç adım atmak gerekiyor sayıyordum ki yine aklım sağa sola gitti unuttum kaçta kaldığımı. Işık görününce elimi cebime attım sigara içeyim diye oysa ki daha metroya binmeden önce içmiştim neyse zaten kutunun içindede sigara kalmamıştı. Metrodan çıktım burgerın karşısındaki büfeye doğru gidip bir paket kırmızı marlboro aldım herzamanki gibi. Sonra yürümeye başladım istiklale doğru, paketin ambalajını açarken sağa sola bakınıyordum sonra kapağı açıp bir sigara çıkarttım ve dudaklarımın değilde dişlerimin arasında sıkıştırdım filtreyi. Sigara paketini arka cebime koydum -bunu bir an önce sigarayı yakmak istediğimde yaparım- ve çakmağı çakıp derin nefes çekerek yaktım sigaramı ve dumanı verirken gözlerim hafif sağa kaydı ve işte o an sen ordaydın.


Ne yapıcağımı şaşırdığım çok durum olmuştur ama bu onlardan biri değildi. İki-üç metre yanından geçtim elimle çenemi kaşır gibi yapmıştım görsen bile tanıma diye gerçi artık dazlak olduğumdan tanıman da zordu ya neyse, garantiye alayım dedim çünkü biliyorum ki benden daha duygusalsın, biliyorum ki senin sevgin benimkine göre daha fazlaydı, biliyorum ki gözgöze gelsek kalbim beni zorlar ve belki de ayrılma isteğimin tamamıyla doğru olduğunu kendime bile söyleyemeyişimdi orada beni görmemeni isteme sebebim. İşte böyle geçtim, gittim yanından ama on metre kadar ilerleyebildim çünkü öyle özlemiştim ki, seni görmek istiyordum biraz daha uzaktan hasret gidermek, seni hissetmek çünkü senden sonra öyle yalnız hissettim ki kendimi, hep bir şeyler eksik kaldı eğlencelerimde. Bilirsin gözlerim ve burnum küçük, dudaklarım ve kaşlarımda kısa bunlara rağmen yüzüm uzun olduğundan çok boşluk var ya suratımda işte o boşluklar hep hüzün dolu.


Döndüm caddenin karşısında durdum seni izlemeye başladım. Öyle güzel görünüyordun ki, deri ceketin, elbisen, ayakkabıların, saçların ve gülüşün harikaydın her zamanki gibi. Gözlüğün yoktu sadece bu görebildiğim tek değişiklikti sendeki. Ah birde beni görseydin ne düşünürdün acaba belkide tanıyamıcağın kadar çok değiştim. Birini bekliyordunuz, yanında abin ve arkadaşın vardı. Ben seni hep güldüğünde yüzümü güldüren, ağladığında içimi kanatan masum biri olarak gördüm ya ondan olsa gerek caddenin karşısında seni izlerken ağlamsır gözlerle, güldüğünü gördüm de yüzüm güldü nasıl da özlemişim bunu. Moralim bozukken yanında kendim olabildiğim, herşeyimi anlatabildiğim, en az beni benim onu sevdiğim kadar sevdiğine inandığım, beni mutlu etmeye çalışan biri. Bunlar geçiyordu ki aklımdan gözlerim doldu, doldu ve yanaklarımı ıslattı gözyaşlarım. Fazla sürmesini istediğimden midir bilmiyorum, çok az sürdü gibi geldi bana o an ve arkadaşınız geldi. Görünmeden takip edicektim amacım daha fazla görebilmekti seni. Arkanızdan geliyordum çok yakın olmuştuk bi an dönüp baksan belkide görücektin o yüzden yan tarafa doğru gitmeye çalıştım ama kafamı çevirdiğimde bir dahada göremedim seni ve ilk kez istiklalin o kalabalığına lanet ettim.



Bir boku beceremediğim için özür dilemek istedim senden beni affetmeni, ilişkimizin içine ettiğim için özür dilemek istedim, seni üzdüğüm için özür dilemek istedim, sana ihtiyacım olduğundan özür dilemek istedim ve sonra yine kendimi daha çok düşündüğüm için nefret ettim kendimden.

2 Ekim 2009 Cuma

Dancer in the dark

Lars von trier, Breaking the waves ve Idioterne'den tanıdığımız ender yönetmenlerden ve bence seyircinin duygularınla en rahat oynayabilen yönetmenlerden. Film bir müzikal, drama karışımı. Belkide anti-müzikal demeliyiz(?). Başrolde Björk'ü görüyoruz fakat bir çok ünlü oyuncuda çıkıyor filmde karşımıza Peter Stormare, Catherine Deneuve, David Morse, Udo Kier gibi.


Film gerçekten izlediğim en iyi girişe sahip filmler listem olsa ilk sıralarda yeri garanti olurdu. Trier çekmiş olmak için çekmemiş bu filmi, sinemaya katkıda bulunma amacını güdmüş öyle ki kalıpları zorlamış mesela öyle bir etki veriyor ki hikaye kameranın olduğu yerde değilde, kamera hikayenin olduğu yerde veya dijital video kaydından 35mm'ye aktarma söz konusu ya da tripod'un ne olduğu unutturulmuş bununlada sınırlı değil ki doğal ışık kullanması. Bunların hiçbirini eminim ki ilk Trier denememiştir ama cesur ve farklı bir anlatımla sunması bu filmi izlemeseydim bir şeyler kaçırırmışım dedirtti bana.



Björk sever bi insan değilim (birkaç parçası hariç) ama bu filmde karakterine çok yakışmış bir björk görüyoruz gülüşü, dil çıkarışı, dans edişi, şarkı söleyişi insanı gülümsetiyor. Ortaya koyduğu karakter, benim üzüldüğüm sahnelerde bile gülümsüyordu ve bu saçma gibi geliyor ilk başta ama sonradan anlışılıyor ki karakterin ruh hali; kabullenmiş, umutsuz, sakin karışımı birşey ve bu daha da çok etkiliyor insanı. Mesela Jeff soruyor tren yolu üzerinde '' Göremiyorsun değil mi'' diye Selma ise ''Görecek ne var ki'' diyor ve sonrasında ''I have seen it all'' parçasıyla birlikte yine dans etmeye başlıyor selma ve insanın içine oturuyor birşeyler ve o an yapılması gereken tek şeyin ağlamak olduğunu düşündürüyor. Filmde en çok dikkatimi çeken boyun kırılma sahnesindeki efektin gördüğüm en başarılısı olmasıydı.
Yukarıda anti-müzikal demeliyiz belkide demiştim. Sebebi ise Selma'nın müzikaller için içinde hiç kötülük barındırmıyor demesiydi.
Film öyle ki Requiem for dream, Elephant man veya No man's land gibi (şimdi aklıma sadece bunlar geldi) insanı filmin etkisinde bırakan yapıtlardan biri.


Eğer sizde benim gibi pozitivizm akımı ile sonlanmamış filmlerden hoşlanıyorsanız kesin izlemeli diyeceğiniz filmler arasında olmalı.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Mysterious skin

Gregg Araki'in yönettiği, senaryosu Scott Heim'in aynı adlı romanından uyarlama bir film. Başrolleri Joseph Gordon-Levitt(Neil karakteri) ve Brady Corbet (Brain karakteri) paylaşmışlar. Joseph mükemmel bir oyunculuk ortaya koymuş zira filmin etkisi mi yoksa oyunculuktan mı diye anlayamadığım bir şekilde çok gerçekçi oynadığını düşündüm.


Gregg araki'nin çizgisini ve çocuk tacizi konusuna yaklaşımını bilmeyen kalmamıştır işte burdanda yola çıkarak filmin konusu iki gencin hayat hikayesi. Brain başından geçenleri hatırlayamıyor, Neil ise yaşadıklarının herbir saniyesini bile hatırlıyor. Brain hatırlayamadığı 5 saatin peşine düşüyor, Neil ise kasabanın rentboy'u haline geliyor. İki gencinde hayatlarını çok derinlemesine etkileyen olayları hiç bir yönlendirme yapmadan izleyicisine sunmuş yönetmen. Bana bir çocuk için babanın ne kadar önemli olduğunu hissettirti. Bana aids'in gerçekten ne olduğunu gösterdi(Aidsli adamın ruh hali.). İlginç karakterler göstermiş bize mesela; Kamyoncu tipli homofobik gayler, uyuşturucu almadan sevişemeyenler, karşısındakini fahişe olarak görenler diğer yandan sadece dokunulmaya hasret kalan aidsli tipler vardır ki insanı baya etkiler.
Bu arada joseph'in de mükemmele yakın performansı insanı ayrı bir etkiler. Bir 5 dolar hikayesi vardır ki filmin sonunda oradaki performansı çok çok etkilidir.

Film ''child abuse'' hakkında olduğundan mıdır bilemiyorum ama bittiğinde sölenecek o kadar çok şeyim olmasına rağmen hiçbir şey bulamadım. Balyoz etkisi işte. Önyargıları kaldırıp izlemeli filmi.


Bu filmdeki favori sahnem ise son sahnenin son sözleriydi neilin söylediği;

''and as we sat there listening to the carolers, i wanted to tell brian it was over now and everything would be okay.
but that was a lie, plus, i couldn't speak anyway.
i wish there was some way for us to go back and undo the past. but there wasn't.
there was nothing we could do. so i just stayed silent and trying to telepathically communicate... how sorry i was about what had happened.
and i thought of all the grief and sadness... and fucked up suffering in the world... and it made me want to escape. i wished with all my heart|that we could just...leave this world behind.
rise like two "angels" in the night and magically... disappear.''

Değil ki zorunlu

Balık tutmaya çalışan insanlar gibi tasvir edersem kendimi, son senelerde tutmaya çalıştığım bir şey olmadı.
Oltamın misinasına takmadım çengelleri çünkü hissetmiyorum artık zorunlulukmuş gibi, herhangi bir tanesine takılması gerektiği balığın. Uzanıyorum sahilde, yalandan tutuyorum elimde oltayı ve sadece içimden gelenleri dinliyorum aramıyorum hiçbir şeyi.

!!

Kimse dinlemiyor ki, sadece herkes kendi konuşma sırasını bekliyor.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Sara perche ti amo and Move along

Bir gün arabam olurda, uzun bir yola çıkmış olursam ve yola çıktığım o gün güzel bir yaz günüyse.. İşte o gün o arabada tercih ediceğim iki şarkı var
1-Ricchi e poveri-Sara perche ti amo ve
2-The all-american rejects-Move along çalıcak.

27 Eylül 2009 Pazar

Struggling

Bu kısa filmin adı ''Accro'' ve 3 öğrenci tarafından yapılmış. Marie Opron, Léonard Cohen and David Martin. Çokta güzel olmuş.

25 Eylül 2009 Cuma

Let The Right One In

Tomas Alfredson - Yönetmen
John Ajvide Lindqvist - Yazar, Senarist
Lina Leandersson - Vampir kız
Kåre Hedebrant - esas oğlan

Filmin hakkında bahsedilmeye değer dört kişi var ve yukardaki isimler bunlar. Tuhaf bir film let the right one in çünkü konusu öyle bilindik gibi ki senelerdir izlediğimiz vampir filmleri gibi ama bir o kadarda onlardan çok ayrı. Mükemmelliğini ayrıntılarda yakalayan sanat adına yapılmış bir film. Konunun işlenişi, her bir sahnenin kadrajlanışı, sonunun insanı aptallaştırması, film o donuk havada ilerleyişi, içinde minik minik bir sürü alt hikayelerin oluşu, bu hikayelerden arta kalan soru işaretleri (severim seyirciye açıklanmayan bir şeyler bırakılışını), büyük ihtimalle klasiklere girecek bir tarzı oluşu, vahşetin bağıra bağıra gösterilmediğinde daha dramatik oluşu (hannibal'da yapıldığı gibi), bana the shining tadı verişi falan herşeyiyle çok sevdim.


Bir çok dalda ödüller alan bu film sanırsam ki istanbul film festivalinede gelmişti. Sadece sanatseverlere tavsiye edilmesi gereken filmler vardır çünkü o filmler sanat adına yapılmıştır ve mükemmel filmlerdir onlar. İşte bu filmde onlardan biri.


Yine çok beğendiğim bir sözü aktarıyorum filmden;
“To Flee is to Live. To Linger, Death.”.

19 Eylül 2009 Cumartesi

kings of convenience-boat behind

Declaration of dependence albümlerinin ilk single'ını beğenmiştim çok. Evet klibinide beğendim.



17 Eylül 2009 Perşembe

''Before Sunrise'' and ''Before Sunset''

Biri 1995 bir diğeri ise 2004 yapımı Richard linklater filmlerinin senaryosuda yazara ait. Başrollerini Ethan hawke ve Julie delpy'nin paylaştığı her iki filmde bol diyaloglu olmakla birlikte izleyeninin karakterlerde bolca kendini görebilceği gerçekçi bir masal gibi. Karakterler öyle diyaloglar içine giriyor ki sanki senaryo yok ortada ve doğaçlama yapıyor gibiler.


Konulara gelirsek Before Sunrise, Amerikadan avrupaya gelmiş gencin (Jesse) tesadüfi olarak trende bir avrupalı kızla (celine) tanışıp bir günü beraber geçirmelerini anlatıyor. Before Sunset ise, bir önceki filmde yaşadıklarını roman haline getiren jesse bu sayede tekrar görebildiği celine ile bir kaç saati yine bir takım şeyleri sorgulayarak ama bu sefer daha bir günümüzde yapıyorlar çünkü 9 sene sonrasındalar tanıştıkları günden sonra.


Bu iki film hakkında okadar çok şey sölemek istiyorum ki aslında bu bana nereden başlıcağımı şaşırtıyor.
Beni çok fazla etkileyen ender filmlerden olmasının sebebi jesse'nin bi takım şeyleri sorgularken hep gerçekçi olması bana beni gösteriyor, celine'nin okula geç kalırken dallardan düşen yapraklara veya gölgelere bakmasının ve bunun ona hoş gelmesinin kendimdeki küçük detaylara önem verişimi gösteriyor bana, daydream delusion'ın okunduğu sahne ve come here çalarken bakışların kaçırıldığı birbirlerini öpmek isterken çekinmeleri çekinge ile samimiyeti bir arada göstermesi hatırlattı beni bana, iki karakterinde bu kadar çok konuşması yine bana kendi gevezeliğimi hatırlatıyor, ilk filmde trene binmeden önce celin orada ki sahnede ''Siktir et görüşmeme kararımızı ben görüşmek istiyorum'' diyor jesse ve sonrasında celine de ''Evet. Bende istiyorum'', ''Peki neden daha önce söylemedin'' diyor jesse sonrasında celine ise ''Senden bekledim'' diyor işte buda benim herşeyi karşımdakinden bekleyişimi hatırlatıyor, iki filmi izledikten sonra anladığımız o yaşanan tek günü romanlaştırmış olan jesse'nin hayatta benim hep istediğim ve son dört senedir yapmaya çalıştığım şeyi düşündürüyor, ve sonra kitap sayesinde celine'in jesse'yi bulması bana acaba yazabilirsem beni bulabilir mi diye düşündürüyor ve tam manasıyla bu filmler benim hayatımın filmleri mi diye düşnüyorum ve bilinçaltım bana kesinlikle diyor.

Devam filminde celine'in bak böyle böyle güzel hayatım var modunda takılmasından sonra araba sahnesinde içini döküşü, biraz önce seviştiklerini hatırlamadığını söylüyor olsa bile araba sahnesinde iki kere yaptıklarını söylerken jesseye salak olduğunu söylüyor bunu unutabilceğini düşündüğü için, aradan geçen dokuz senenin ne kadar keşkelerle dolu oluşu, mutsuz oluşları, depresyonda oluşları, aşık oluşları ama birbirlerine okadar acıklı geliyor ki. Karakterler birbirlerine nasıl ümit bağlamışlar bu nası bir aşk ki burası da acaip güzel.

Herşeyin ötesinde bunu görmek için bile izlenir;
"Baby you're gonna miss that plane"
"i know"

O kadar zevk aldım ki izlerken filmleri düşündüm ki mutlu olmak basit bir şeydi ve şimdide filmler hakkında birşeyler yazarken o sahneleri düşünüp, bir yandanda amy macdonald'ın this is the life şarkısını tekrar tekrar dinleyip yine diyebilirim ki mutlu olmak basit bir şey.



Şimdiye kadar çekilmiş dünyanın en sade, en öz, en diyalektik aşk filmi.
İzlenmeli...

16 Eylül 2009 Çarşamba

Kaçmadan mutlu oldum

Kaçıp gitmeyi düşündüğümde daha onyedimdeydim. Toplumdan, olmamı istedikleri insandan, boşyere aldığım eğitimden, tek düze bakış acısına sahip sığ insanlardan kaçmak istedim.
Doğru bildigim şeylerin yanlış olabilceğini düşünebilmek için, hayata bakış açım bir pencerenin çerçevesiyken, bir dağın zirvesine çıkıp dünyaya bakmak için, doğal güzelliği bulmak için, insanların görünüşüne aldanmamak için, özümü aramak için, mutsuzluktan kurtulmak için, özgür olbilmek için, hayatı yakalayabilmek için, özleme duygusuna sahip olmak için, boşa harcadığım zamanların telafisi için
ve en önemlisi mutlu olmak için kaçmaktı.


Kaçamadım, gidemedim ama öğrendim ki kaçmak çözüm değilmiş çünkü kalarak çözdüm sorunlarımı. Mutluluk için dışarıya bakmaya, uzak yerlere gitmeye gerek yokmuş. Dönüp geçmişe baktığımda tatlı bi tebessüm ettim kendime ve dedim ki ''Kaçıp gitmek kendinle yüzleşmekten korkanlara, mutluluksa kendinle yüzleşebilenlere.''

15 Eylül 2009 Salı

Noviembre

Yönetmeni Achero Mañas olan 2003 yapımı filmde başrolde Óscar Jaenada var. Bu ara çok mu denk geliyor bilmiyorum ama bir diğer sistem eleştirisi yapan bir filmle daha karşılaşıyoruz.

Sistemin kokuşmuş yanlarının sanata olan etkisinden rahatsız olup tiyatro okulunu birakıp kendi bağımsız tiyatro topluluğunu kurmaya çalışan gençlerin var başına gelenleri konu alan film, gerçek bir hikayeye dayanmayan kurgusal bir çalışma. Film içersinde karakterlerin bilmem kaç sene sonra geçmişle ilgili yorumlarını yapmaları filme ayrı bir hava katmış ve karakterlerin yaşlılık halleride çok benzediğinden gerçek bir hikaye anlatıyor gibiydi film ama anlatmıyor gibi de neden çünkü 2030larda falan yapılmış olmalı fılm ki bu gençliklerini anlatan yaşlılar bu hale gelebilsinler. Burada bence yönetmen zamanının hiçbir öneminin olmadığını herzaman bu şekilde olacağını söylemek istemiş.

Film çok güzel geldi izlerken bana bir çok sahnede bir çok şey kattı tıpkı iletişimin ne demek olduğu, konuşurken nasıl sevişildiği, inandığın şeylerin üzerine gitmekle ne olursa olsun kazandığını, sokakların anlamını, ne kadar asi bir genç de olsan hayatta en çok sevceğin şeylerden birinin çocuğunu izlemek olcağı, çocukluğunda ve aile yaşamında gördüklerinin ileri de yaşayacaklarını çok etkilediğini vs.


Filmde en son sahne en çok hoşuma giden sahne oldu. Ama lucia karakterinin yaşlı halinin söylediği söz ''Dünyayı değiştirmek istemiştik. Ama perişanca yenildik.Şimdiyse, değişmemek için ben dünyaya direniyorum.'' mideye oturuyor, kafaya balyoz etkisi yaratıyor, şevkini kırıyor insanın... İnsanı yaptıklarınla ve yapmak istediklerinle başbaşa bırakıyor.


SANAT, İÇİNDE GELECEĞİ BARINDIRAN BİR SİLAHTIR

13 Eylül 2009 Pazar

The truman show

Yönetmeni Peter wier'a, senaryosu Andrew niccol'a ait olan filmde başrol Jim carrey ile Ed harris mükemmel işler yapmışlar. Filmi özet geçmek gerekirse, Truman'ın her bir hareketinin takip edildiği sanal bi dünyada yaşadıklarının 24 saat boyunca 5000 kamerayla tüm dünyaya hizmet üzere yayınlanması ile ilgili konu tam bir sistem eleştirisi yapmaktadır.

Kader, irade, yönetim, özgürlük ve kendini sorgulama alanlarında felsefi bakış açısına sahip senaryo alıp götürüyor insanı düşünceler alemine bir yandanda keyifli bir film izletiyor düşündürürken (Bu kısıma birazdan değinicem). Tam bir sistem eleştirisi olan bu filmde iyi yöneticilerin herbir truman için istediği güvenilir bir ortam sağladığı ve bunun için trumanların özgürlüklerini kısıtladığı, trumanlara deniz korkusu verip istediği gibi siyasi sonuçlar almayı sağlayan yöneticileri düşündürtmesi, 30 yıl kesintisiz giden yayına teknik arıza var özür dileriz demesinin demokrasilerde yaşanan özgürlüklerin kaldırılmasını hatırlattığı vs.. güzel dokundurmalar var.

Diğer yandan bakarsak sistemi eleştirirken bile klasik hollywood tarzına ayak uyduruyor ve eleştiri yaparken çözüm üretemeyip her zaman ki gibi çözümü aşık olmaya bağlıyor. Her ne kadar özgürlükten yoksun, yalanlar içinde yaşayıp bütün anılarımız yalanda olsa aşık olup herşeyi yoluna sokabilirmişiz. Tabi bunların yanında bide herşeyin mutlu sonla biteceği fikrine sokmasıda ayrı bir konu olabilir. Peh peh peh diyesim geldi filmin bu kısımlarını izlerken.

Jim carrey'in oyunculuk adına yardırdığı bu filmde sadece belli karakterin insanı olmadığını göstermiştir. İzleyin bu filmi zevk alıcaksınız.

11 Eylül 2009 Cuma

Kill bill volume one and two

Tarantinom tuttu bugün ve kill bill serisini ard arda'da seyretmek istiyordum ne zamandır da. Açtım, izledim, daha çok beğendim. 3.5 - 4 saat süren film zevkinden sonrada bir şeyler yazayım hakkında dedim.

Öncelikle keşke tarantinonun ısrar ettiği gibi tek parça halinde çıkaymış film vizyona.
Yapımcılar demiş ki izlenmez, daha az kar oranı olur falan.. Tarantino yapar da izlenmez mi ama bu filmler için oyuncular iki filme çıktığında ekstra para talep etmişler iyide etmişler :). Her iki film içinde başrolde Uma thurman olmak üzere Lucy Liu, Michael Madsen, David Carradine, Daryl Hannah ve bir ara Samuel Jacksonda görunuyor :). Filmleri arasında bi bardak su iççek kadar ara verip izledim desem yalan olucak tabikide sigara içme arasıda verdim bir kaç kez neyse sölemek istediğim bence yardırmış.

Tarantinonun Reservoir Dogs, Pulp Fiction, Jackie Brown'dan sonra ki filmi/filmleri olan bu film/filmler tamamen Tarantinonun tarzını ortaya koyuyor. Konuyu işleyiş biçimi, sahnelerin birbiriyle bağlantısını çok iyi kurması (Nasıl bağlıcak lan bunu dediğimiz sahneler), David Carradine'e önemli bir rol verişi, kadın ayaklarına olan özel ilgisi, vahşeti ve seks unsurlarını kullanışı, eski filmlere gönderme yapışı( snake charmer bu fılmde bill'in lakabıdır. Reservoir Dogs'a göndermedir.) , müzik seçiminin ve bunu sahnelere uygulayışının mükemmelliğiyle sonuçta herşeyiyle çok güzel bi film yapmıştır Tarantino.


Bir katil olan Kiddo, bir gün bebeğinin olucağını anlar ve hayatı değişir. Bundan sonra başından geçenleri benim burda yazdığım kadar kısa anlatmıcaktır Tarantino.



Favori repliğim volume one için;

the bride:

as i said before..
i've allowed you to keep your wicked live for two reasons.
and the second reason is, so you can tell him, in person
everything that happened to you tonight. i want him to witness
the extend of my mercy by witnessing your deformed body.

"i want you to tell him all the information you've just told me.
i want him to know what i know.
i want him to know what i want him to know.
and i want them all to know, "they'll all soon be as dead as oren"



Favori repliğim volume two için de ;

the bride:

Looked dead, didn't I? Well, I wasn't. Actually, Bill's last bullet put me in a coma, a coma I was to lie in for four years. When I woke up, I went on what the movie advertisements referred to as a roaring rampage of revenge. I roared and I rampaged and I got bloody satisfaction. I've killed a hell of a lot of people to get to this point. But I have only one more. The last one, the one I'm driving to right now. The only one left. And when I arrive at my destination, I am gonna kill Bill

9 Eylül 2009 Çarşamba

Happy-Go-Lucky

Kaygısız; geleceği, olacağı, şuyu buyu takmayan sahıp olduklarıyla yetinen ve keyfine bakan anlamına geliyor kelime anlamı.

Mike leigh tarzını sevdiğim, güzel filmlere imza atmış ( Life is sweet, Secrets & Lies, Vera drake, Naked vs..) güzide ingiliz yönetmenlerden olduğundan son filmini izlememek ayıp olurdu ve ayıp etmedim izledim tabiki ve beğendimde.

Sally Hawkins ve Eddie Marsan'ın başrolleri paylaştığını düşündüğüm film, Sally'nin ortaya koyduğu müthiş performansla müthiş bir karakter çalışması olmuş. Biri tamamıyla optimist bir insan bir diğeri ise tamamıyla pesimist ve sistem karşıtı bir insan. Fell-good movie tarzında olsada bu film, filmin derinliği olmadığı yada üstünde düşünülmemesi gerekilen bir film olduğu anlamına gelmiyor ve kesinlikle beni en çok etkiliyen yanı buydu filmin.

Mutluluğu sorgulayan bu film, iki farklı karakterle kendi mutluluk tanımını yapıyor bize. Çocukluğundan beri sisteme karşı, asi bir karakter scott mutsuzdur. Bir diğer yanda ise, poppy ise görüp görebileceğiniz en mutlu insandır belki de. Ama mutluluk nedir ?, Nasıl elde edilir ?, Nasıl sürekli hale getirilir ? vs.. Yönetmen filmde scott karakteriyle bunu çok iyi gösteriyor. Asi olma, sisteme karşı gelme sadece sisteme ayak uydur ve sonrasında mutluluğun formülünü öğren; ''Fazla düşünme, başın ağrır. ''. Filmin asıl vermek istediği buydu heralde ya da ben öyle olmasını istedim bilemiyorum.

Bu filmde favori sahnem ise flamenko kursunda hocanın flamenkoyu anlattığı sahne;
'' Remember that this dance comes from the pain, from the suffering of los gitanos... erm... what you say, "the gypsies". i know this word not politically correct, but these guys, they been squashed down by society for centuries, centuries, and they say, "we don't need this! we got pride!! we got dignity. we got heart. we got flamenco… they say, "this... my space. " my space. my space. my space. everybody... do this. one, two. my space. and again. my space! ''

999

Tılsımlı günlerden bir gün daha.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Kadınlar harika yaratıklar

Az önce düşünüyordumda kadınlar erkeklerden çok çok daha mükemmeller. En basit örneği bile düşünürken bunu anlayabiliyor insan.
Örneğin; yayılmış koltuğa nefes alıp verirken bir kadın, gögüslerinin yavaşça yükselip daha sonrasında yavaşca alçalması mükemmel bir seksilik açıklaması gibi.Ah şu kadınlar harika yaratıklar.

5 Eylül 2009 Cumartesi

''Shaun of the Dead'' and ''Hot Fuzz''

Edgar wright yapımı olan bu filmleri uzun zamandır yazmak istiyordum. Tekrar izledim az önce hot fuzz'ı ve unutmadan hemen yazayım dedim.

Shaun of the dead'i ilk izlediğimde gülmekten karın kası yapmıştım nerdeyse. İngilizlerin mizah anlayışını takdirle karşılama ve çok beğenme nedenim.
Simon pegg, hem senaryo yazarı hem de başrol oyuncusu ve mükemmel bir oyunculuk sergilemiş bence. Nick frost ise( Ata demirel'in ingiliz hali gibi hissettiriyor bu adam bana ) simon pegg'in mükemmel oyunculuğuna aynı şekilde yanıt vermiş ve mükemmel ikili oluşturmuşlar. Film bir çok klişeyle dalga geçiyor klasik zombi filmleriylede.
Zombili romantik-komedi diyebileceğimiz bu film, ingiliz aksanı ve olaylara bakış açısının komikliği ile hoş bir seyir zevki veriyor öyle ki tekrar tekrar izlenilcek filmler arasında. Çok ince mükemmel espriler barındırıyor film ama benim hall of fame'ime giricek olan şudur;

ed: i'm sorry, shaun.
shaun: it's ok.
ed: no, i'm *sorry*, shaun.
shaun: what?.. (osuruğun kokusunu alır) oh, god, that's rotten!
ed: i'll stop doing it when you stop laughing!
shaun: i am not laughing!




Hot fuzz içinse söleyebilceğim şey müthiş bir edgar wright ve simon pegg işbirliği daha. Bu sefer en çok ti'ye alınan şey, ingilizlerin klasik polisiyelerinde tasvir etmeyi çok sevdikleri kusursuz taşra kasabası ve burada yaşayanlar insanların mükemmeliği. İngilizlerin daha bi hoşlandığı film olmuştur büyük ihtimalle. Öte yandan polisiyeye dair çok film seyredenler bu filmi sevicektir çünkü okadar sağlam dalga geçiliyor ki daha önce izlediğiniz filmler gözünüzün önüne geliyor ve bu benim için bu filmi shaun of the dead'den daha komik bulmama neden olmuştur. Bu arada Peter jackson'ın noel baba kılığındayken simon pegg'i elinden bıçakladığı, Cate blanchett'in ise yine simon pegg'in eski sevgilisi rolünde oynadığı ancak adli tıp kıyafetleri içindeyken sadece gözleri ve sesinden tanınabildiği filmdir. Bu filmde favori sahnem şudur;


*Michael?
*Michael? Are you there?
*Michael? Is everything okay?
-Yarp.
*Sergeant Angel's been taken care of?
-Yarp.
*He's not gonna get back up again?
-Narp!


Sıkıldığınız zamanlarda izlemek için çok iyi seçenekler olucaktır bu filmler. Eğlendiricektir tavsiye ederim iki filmide.

1 Eylül 2009 Salı

En saf en içten halimizle konuşabiliyor muyuz yoksa egomuza yenilmiş zavallılar gibi miyiz, her zaman güçlü durması gerektiğini düşünen...

Bilmiyorum ne alaka ama şunuda söyleyeceğim; Kadınlar mükemmel varlıklar.

Kolay ölüm için oku

Ölmeden önce okunması gereken kitaplar, ölümü daha mı kolaylaştırıyor ki onları okumalıyız ? Propaganda gibi. Kolay ölüm için oku!. Saçma.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Aylardan sonra..

iyi hissettirmek ve hissetmekti, bu gece sabaha kadar olan buydu.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

District 9

Mükemmel bir film geliyor yakında Türkiye'ye ekimin 2'sinde. Söylemedi demeyin ve bu filmin adını unutmayın.

Un homme de 50 ans

Lynda lemay adlı kanadalı bir şarkıcı yazmış ve söylüyor bu şarkıyı. 50 yaşında bir adam diye çevrilmiş türkçeye bu şarkının adı ve benım o yaşa geldiğinde olmak istediğim adamı anlatıyor. İşte tam bu yüzden olsa gerek ki çok seviyorum ve paylaşmak istedim türkçe çevirisini.



50 yaşında bir adam


50 yaşında bir adam arıyorum
her düşü kurmuş, her düşü yitirmiş
her şeyi istemiş
şimdi artık ne istediğini bilen..

50 yaşında bir adam arıyorum
her borca girmiş, her borcu ödemiş
sonra yeterince para edinmiş
ama paradan gözleri kamaşmamış..

50 yaşında bir adam arıyorum
yaşamış, her tütünü içmiş
her içkiyi devirmiş
yeteri kadar kadın tanımışve artık başkalarını aramayan..

50 yaşında bir adam arıyorum
veremeyeceklerinin farkına varmış
geçmişi geleceğinden fazlalaşmış
ama ancak şimdi yaşamaya başlamış..

50 yaşında bir adam arıyorum
kendini en kötüye hazırlamış
zamanın neleri iyileştirmeyeceğini öğrenmiş
çok cenazeler kaldırmış..

50 yaşında bir adam arıyorum
gerçeklerle yüzleşebilen
yalan söylememe cesaretini edinmiş
hislerinden kaçmamayı öğrenmiş..

50 yaşında bir adam arıyorum
kendini artık ciddiye almayan
yüzünde kırışıklıkları olan
beni sükûnetle seven
ve benim için elinden gelecek her şeyi iyi yapan
50 yaşında bir adam arıyorum..

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Son durum

İçime çökmüş melankoli yine yüzeye kadar çıkmış vaziyette. İçimde anlam veremediğim gereksiz bi acı var. Hayrola inşallah.

Yarın tatile gidiyorum. İlk kez uçağa binicem ve bakalım başarabilcek miyim uçak korkusunu. Alanya'ya gidiyorum kuzenimle. Ben alanya'yı tercih etmemiştim aslında çok itici geliyor etraftan duyduklarım gerçi tek duyduğum rusların ve abazaların çok olduğu ama neyse kuzenimi kıramazdım sonuçta.

Giderken yanıma neler alıcam daha karar vermedim, bir kaç bi şey için alışveriş yapmam lazım yapmadım, bedenen çok yorgunum dinlenmedim, uyuşuk oldum çıktım heralde evde oturuyorum, kulağımda kulaklık çalan şarkının ezgisiyle karışık bişiler yazmak çok güzel geliyor ve şuan bundan güzelini düşünemiyorum.

Son zamanlarda psikolojisi bozuk, rahatsızın teki oldum çıktım. Hiçbir şey umrumda değil bu aralar, inşallah tatilden geldiğimde şuan ki modumdan uzaklaşmış olurum.

4 Ağustos 2009 Salı

İstiklal Marşı

Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınan bu eser 12 Mart 1921'de Birinci TBMM tarafından İstiklal Marşı olarak kabul edilmiş.

Türk milletinin eşsiz kahramanlık destanını mısralarla anlattığı bu marşımızda çok duygular gizlemiştir. Cesaret, vatan sevgisi, din sevgisi, insan sevgisi, özgürlük, sadakat, fedakarlık.. Öyledir ki marşımız gelecek nesillere, bizlere nasıl davranmamız, hissetmemiz gerektiğini ecdadımızı anlatarak gösterir. Derki;

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım;

Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar.
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma sakın!

Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı!
Düşün, altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal!
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hak'ka tapan milletimin istiklal!


Bir çocuk sesinden dinledimde az önce o kadar etkileyiciydi ki, utandım. Utandım bize bu vatanı bırakan dedelerimiz, ninelerimiz'den, onların biz torunları için akıttıkları kanları, verdikleri canları düşündükçe utandım, büzüldüm.
Biz şehit oğluyken incittik atalarımızı, namahrem elleri değdirdik göğsümüze, hakkımız olduğundan kurtarılmış istiklalimizi tehlikeye attık. Utanmalıyız atalarımızdan onlara saygısı, sevgisi, bağlılığı kalmamış yeni nesil gençler olarak.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Jack Wilshere: Hot prospect for the future


16 yaşında Arsenalim A takımında forma giyerek takımın tarihteki A takımda forma giyen en genç ismi olurken, 17'sinde Dinamo Kiev ile oynanan Şampiyonlar Ligi'nde maçında da oynayarak bu alanda da tarihe geçmiş bir oyuncu jack wilshere. Biraz bilgi vericek olursak;

Doğum tarihi: 1 Ocak, 1992
Doğum yeri: Stevenage, Hertfordshire
Mevki: Orta saha
Forma numarası: 19
Arsenal'e ne zaman geldi: Ekim 2001 de Lutondan
Arsenal ile ilk maçı: Blackburn Rovers (d), Premier League, 13 Eylül 2008
Arsenal ile ilk golü: Sheffield Utd (e), Carling Cup, 23 Eylül 2008, 6-0


13 Eylül 2008'de Gilberto Silva'dan boşalan 19 numaralı formayı sırtına geçirerek Blackburn Rovers ile oynanan karşılaşmada görev almış. Emirates Cup'ta geçen sezon öncesi olduğu gibi bu sezonda çok iyi maçlar çıkarıyor. Geçen sezon gençler liginde Arsenal'in şampiyon olmasında da çok büyük katkıları olduğu gerçeği çok konuşuluyor. İzlenmesi zevkli olan bu futbolcu adından çokça söz ettiricek biri olması an meselesi.

Hocası Arsen Wenger onun için şu sözleri sarfediyor : "Bazı genç yetenekler çok iyi performans sergiliyor. Özellikle tüm gözler Jack Wilshere üzerinde. Şaşırtıcı bir şekilde yaşından daha olgun bir futbol sergiliyor, onu izlediğiniz zaman kaç yaşında oldugunu unutuyorsunuz" ve bunlar kesinlikle oyuncunun performansını arttırması için söylenen sözler değil izlenildiğinde az bile buluyorsunuz övgüleri.

2 Ağustos 2009 Pazar

kapitalizmden gelenler

Kapitalizmin insanlığa bir şey katamıyacak olmasının nedeni birinin kazanması için birinin kaybetmesini gerektiren bir sistem olmasıdır. Kapitalizm yüzünden milyarlarca sabahtan akşama kadar çalışan insan, milyonlarca aç insan bir kaç milyon tane de hayatında bir bok yapmadan lüks hayatını sürdüren insan oluşmuştur. Hayatta herşeyin para ile kazanılacağını sanan insanlar ordusu kurmuştur kapitalizm. Oysaki milyarlarca liraya daireler alınacağına tarla alıp üzüm ekilebilir, hayvan beslenebilir, bugday ekilebilir. Üzümden rakı, hayvandan biftek,ekmek yapılıp gül gibi yaşanıp gidilebilir. Çok kısır bi döngüdür kapitalizm. Zengin insanlar vardır bir de öküzler inekler vs. ya zengin insan olursun ya da öküz, inek vs. yaşamak için kazandırman gerekir. Çok güzel bir betimleme vardır bunu anlatmak için. Şöyle ki;
- Ya abi geçen gün bir tarlayı sürmeye girdim, allah seni inandırsın 500 dönüm arsa, buraların en büyük arsası gece gündüz sürüyorum.
- Vaay abi hayırlı olsun, öyle 500 dönüm arsa sürmek her öküze nasip olmaz.
- Evet abi sorma, en kaliteli otu yediriyor, en kral ahırda yatıyorum, bir de inek yaptım ahırda, görsen bir içim su.
- Abi çok şanslısın ya, her öküz senin gibi olamaz.
- Tabbiii ollllum, o kadar ufak tefek tarla sürdük biz bugünlere gelebilmek için.
- Hadi ya tarla sahibi nasıl birisi.
- Puştun teki bakma abi, bütün işi ben yapıyorum, ibne parsayı topluyor.

İnsandan çok paraya önem veren kitleler yaratıyor kapitalizm. Örneğin fatih terimin kopan parmağı seferberliklerle bulunup aynı şekilde dikiliyorken benim marangoz vatandaşımın kopan parmaklarını dikmek için ameliyata almadan önce masraflarını ödeyebilcekseniz ameliyata alırız yoksa alamayız diyen hastane yetkilileriyle karşılaşıyoruz.

Sokayım kapitalizme.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

judge

I've acquainted with somebody so I can't say I'm still a good judge of character but in the end, All I've really learned is nobody should be judged a book by its cover.

30 Haziran 2009 Salı

Fever ray


Fever ray hakkında yazmak istiyordum ne zamandır hep unutuyordum. Son bi kaç aydır kendime saklamıştım, paylaşmak istememiştim sadece bana şarkı yapmış olmasını isterdim o derece yani.

The knife'den hatırlayacağımız isveçli Karin Dreijer Andersson'ın projesi olan Fever ray'in on parçalık tracklisti güzel bi müzik ziyafeti sunuyor. Bazı parçalarda folk müziği, black metal ve elektro-akustik öyle bir kullanılmış ki Karin'in mükemmel sesiyle başka alemlere geçiş yapıyorsunuz sanki. Gözlerini kapatıyorsun ve müziği yakaladığın an o kadar hoşuna gidiyor ki bırakasın gelmiyor ve her bir şarkısı birbirinden güzel olan albüm kendini dinletebiliyor( On saat aralıksız dinlediğimi biliyorum). Kuzeylilerin son dönemlerde müziklerinide, kızlarınıda, giyim tarzlarınıda, yaşam şekillerinide çok beğenmeye başladım. Hayranlığım gitgide artmakta kuzeylilere.Albümün en başarılı olan parçalarından triangle walks, When I grow up ve If I Had A Heart parçalarına klip çekilmiş ve klipleride şarkıları gibi birbirinden güzel olmuş. Keep the streets empty for me, Now's the only time i know, Seven ve Concrete walls diğer favorilerim.

Yakaladığın an o kadar hoşuna gidiyor ki bırakasın gelmiyor ve her bir şarkısı birbirinden güzel olan albüm kendini dinletebiliyor( On saat aralıksız dinlediğimi biliyorum). Kuzeylilerin son dönemlerde müziklerinide, kızlarınıda, giyim tarzlarınıda, yaşam şekillerinide çok beğenmeye başladım. Hayranlığım gitgide artmakta kuzeylilere.

Yapmanız gereken tek şey şarkıları bulmak ve sonra arkanıza yaslanıp gözlerinizi kapatıp müziği dinlemek. Tüm bunlardan sonra da ister istemez türkiyeye gelmesini dilemek.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Bugün

Bugün düşüncelerim yoğun yine.
Bugün nefes alırken zorlanıyorum, boğazım daralıyor sanki.
Bugün gözlerimde buğu var her an göz yaşına dönüşecek gibi.
Bugün tek bir isteğim var tanıdık bir huzur bulmak.
Bugün bildik güzel bi söz duymak istedim eskiden kalma.

22 Haziran 2009 Pazartesi

Düşünce yansıması

Gerektiği kadar iyi yaşıyor muyum ?. Aslında gerektiği gibi iyi yaşamak ne ki onu bilmiyorum. Hayata devamsızlığım çok geliyor bana eksik yaşıyorum gibi hissettiriyor. Ne zaman, nerede, nasil, kimlerle ne kadar mutlu olabilceğimi bilmiyorum. Çoğu zaman ütopyada yaşıyorum. Gecikiyorum herşeye, heryere sonra da bugünü yaşayamadan yarını düşlüyorum, yarına da geç kalcağımı bilerek. Hep sona bırakıyorum yaşadıklarımı ya da sonda yaşıyorum bıraktıklarımı. Her sabah kalkınca yorgun bir insana bakıyorum aynada bazende tanıyamıyorum aynadakini. Bazı sabahları hayat çok zor alışıyor bana. Neler yaşarsam yaşayayayım gözüm hep diğer yaşamlarda gözlemlemeyi seviyorum.
Hayat cinselliğin en önemli parçası bence. Seviştikten sonra sigara içmeyi seviyorum. Kafamdaki hayatı yaşayamıyorum, kendi ömrümmüş gibi gelmiyor bu ama sanki gözlemlediklerime bakıncada herkes boğazına kadar başkası dolu gibi. İnsanları seviyorum ve içimde kötülük yok ama galiba bu kötü. Giriş kapım bi ara çok açık kaldı, hayatıma kaç kişi girip çıktı bilmiyorum. Neye göre bilmiyorum ama bir çoğu bana birşeyler öğrettiler hayata dair. Bu benim ilk tecrübem dünyada ve sanırsam ki onlarda ilk kez gelmişlerdi benim gibi. Yaşamam gereken bir çok şey ve yaş var farkındayım ama neden yaşamam gerek onu bilemiyorum. Mesela bazı arkadaşlarım var birkaç muhabbet, soru-cevaptan sonra aşık olmamışsın sen hiç diyorlar ve ben söyleyecek birşey bulamıyorum sanki aşık olmak zorunluymuş gibi hissettiriyor ama neden bilmiyorum. Ömrüm son bulduğunda neleri yaşamış olmalıyım bilmiyorum işte. Dedim ya ilk deneyimim bu hayatta. En güzeli yemişler, en iyi kızla, erkekle birlikte olmuşlar, en iyi pozisyonda sevişmişler, en güzel dizeleri yazmışlari, en müthiş konuları konuşmuşlar ben yokken.
Ne olarak kalacağımı bilmiyorum ama ne olarak ölüceğimi biliyorum çünkü şüpheliyim hayatın benden zevk aldığı düşüncesinden. Bazen ne yaparsan yap olmuyor ya hani işte ozaman yüce bir güç olduğunu çok iyi hissedersin işte öyle anlarda, neden yaptığım bunca şeyden sonra olmadı diye sorduğumda her zaman mantıklı cevabı veremiyorum. Ama ömrüm yettikçe elimden geleni yapıcam. Söz.

19 Haziran 2009 Cuma

Sadece inanabilirsin

Bir şeyin imkansız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkansız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyin yapılabileceğine inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümler bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar.

Dr. David J. Schwartz

16 Haziran 2009 Salı

Düşünce değil hayal

Başlarındayken yirmili yaşların çoğu zaman anlayamadığımız tek şey olcağını düşündüğümüz bir çok şeyin düşünce değilde hayal olduğudur.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Deniz mevsimi

Deniz mevsimi geldi. Küçükken mahalle ortamında oturanlar bilir herşeyin bir mevsimi olduğunu. Misket mevsimi, çivi mevsimi, futbolcu kartı mevsimi, gazoz kapağı mevsimi... Şimdi mevsim deniz mevsimi. Küçükken amcam götürürdü hep denize kilyos-turban'a giderdik -şimdi solar beach falan olmuş bayadır gitmiyorum- amcam yaşca büyük olduğundan fazla takılamıyoduk beraber hep bi arkadaş buluyordu bana ama ne hikmetse genelde bu arkadaşların ablaları oluyordu ya neyse.. Bazı günler sahil böcekli oluyordu, bazı günler deniz dalgası oluyordu, çoğu zaman dalgalı oluyordu ama her gün eğlenceli geçiyordu tabi hiç unutmam bi kere beraber kumlarla oynadığım bi çocuğun ablası boğulmuştu o gün çok üzülmüştüm.
Her yaz genelde böyle geçerdi sonra büyüdükçe hemen hemen hergün evdekilere haber vermeden (annem hayatta izin vermezdi (:.) kaçıp arkadaşlarla gidiyorduk. O kadar çok seviyordum ki sahile gitmeyi vücudumdaki tüm kıllar sapsarı oluyordu, ayaklarımın üstü okadar çok kararıyordu ki çingene gibi oldum diye kendi kendimle dalga geçiyordum. Sahildeyken yağmur yağmasına bayılıyordum. İskeleye gidip havada şekil yaparak denize dalmak gibisi olmadığını düşünüyordum. Palet takıp ayağımıza bogazın karşısına geçmeye çalışıp vazgeçiyorduk.
Son bi kaç yaz boyunca bazı salakça sebeblerden dolayı uzak kaldım ve şuan o kadar çok özlemişim ki sınavlar biter bitmez yapıcağım tek şey yüzmek olucak. Off koşup koşup denize balıklama giresim geldi :).

4 Haziran 2009 Perşembe

Lan blog.

Söylesene lan blog çare bulabilir misin ?, anlatsam sana tüm dertlerimi. İçimin içimi yediği şu günlere bi son verebilir misin ?. Bilmiyorum ki be oğlum nası anlatacağımıda ama desen ki bana yaparız bi güzellik yeter ki anlat, zorlardım kendimi anlatmak adına. Diyemiyorsun demek, garanti veremiyorsun sende yalan cıktın be blog, sende herkes gibi.

Çaresizsiniz diye bi klişe oluştu ya acaba o doğru mu blog ? Psikolojimi kendi kendime bozup kendi kendime mi düzelticem yani nası çare ben oluyorum blog. Başlı başına sorunken çare ben olamam. Sorun kapitalist sistem, sorun mükemmelliyet, sorun markalaşma, sorun anlayışsızlık, sorun insanlar blog. Bunlara çare bulabilir misin ?, değiştirebilir misin sistemi ?, sevgiyi yayabilir misin insanların yüreklerine ?, barış içinde yaşayabilir mi insanlar ?. Olur da ancak kitaplarda, filmlerde mi olur diyorsun yani hayal kurma bana mı diyorsun blog.

Ne ibnesin lan blog. Ne çare bulabiliyorsun ne de sahip olduğum tek şeyin, hayal kurmanın da içine sıçıyorsun. Helal olsun lan blog hayat gibisin.

19 Mayıs 2009 Salı

In the name of the father

In the name of the father orjinal adıyla türkçeye babamız adına diye çevrilmiş. 1993 yılında çekilmiş olan filmde başrolde Daniel day-lewis var hani şu There will be blood'dan hatırladığımız ve iki oscarı olan oyuncu. Yapımcılar arasında Gabriel byrne var hani şu Usual suspects de bay kaiser zannettiğimiz. Filmin yönetmeni ise Jim sheridan. Çok saçma bir şekilde, yanlış zamanda yanlış yerde olmanın verdiği nedenlerden ötürü hapishaneye düşen insanlarn başından geçen film, içinde haksızın yanında olmaya dayalı bir kişiliğe sahip olanlar için bazen sıkabilir, daraltabilir, terletebildir. İngilterenin demokrasi çığırtkanlığı yaparken bizim gibi ikinci veya üçüncü sınıf ülkelere, kendi içerisinde yaşadığı anti-demokratik olayları filmde bolca görebiliyoruz.
Film gerçekten alıntı bir konu olarak iyi ve vermek istediği mesajları iyi vermiş, kurguda güzeldi ve çekim açıları falan konusundan da bakınca gayet iyi bir film. Çok güçlü bir sistem eleştirisinin beyaz perdeye aktarılmış hali gibi. Sadece türkiyede yaşanıcağını düşündüğümüz hukuk olaylarının ingiltere gibi bir ülkede de yaşandığını görüyoruz. İrlanda-İngiltere arasındaki savaş esnasında yaşanmış olay o güne karşı bakış açısı yaratıyor. Filmin açılış sahnesi son zamanlarda izlediğim en etkili sahneydi. Tabii her zaman dediğim gibi filmin sahnelerinde müzik gerçekten çok önemli ve bu giriş sahnesinde u2 şarkısıyla beraber zirve yapmış. Filmin içindede güzel müzikler duyabiliyorz Jimi hendrix'i, Led zeppelin'i, Thin lizzy'i, Bob marley'i. Filmin içinde de bir nokta dikkatimi çekti film 1975 yılını konu alırken İngiltere'de gözaltına alma süresi yedi gün olduğunda tepki olarak bu sürenin uzun olduğunu gördüğümde bizim ülkeyi düşünüp bizde ne yedi günler gözaltında tutuluyor insanlar demiştim. Bu arada film izlerken tanıdık gelmedide değil çünkü türk sinemasında çıkan Pardon ile benzerlikler taşıyor.
Sonuçta bu film, film severim diyenlerin kesinlikle izlemesi gereken filmlerden. Duygusal insanların her ihtimale karşı yanlarından selpak bulundurmaları önerilir. İyi seyirler.

17 Mayıs 2009 Pazar

I don't want to lose what I had as a boy but it seems as if it is my destiny

Hani olur ya hayatınızı yaşadığınız şu ana kadar belli bir süre kendinizi çok harika falan hissetmişsinizdir. Başınıza geldiğinde sıkıntılı şeyler hemen o zamanlara -ki o zamanlar hep gençlık-çocukluk döneminizdir- dönmek istersiniz , o zamanki özelliklerinize sahip olmak istersiniz ama hani öyle bir şey yoktur ya cok af edersiniz ama bu çok boktan bişidir. Hayat devam ediyordur siz her ne kadar gençken sahip olduğunuz şeyleri kaybettiğinizi görmeye başladığınızda üzülseniz bile bunun kaderin kahrolası bir cilvesi olduğunu anlamayacak kadar aptal değilsinizdir. Aptal olmadığınız için bir kere salağa yatamazsınız, kabullenici bir yapınız olmaz, isyankardırsınız -kime?, ne için ?-, duygusalsınızdır, mükemmelliyetçisinizdir ve bunun gibi bir çok özelliğiniz sizin hayat denilen uzun ince bazen dikenli, bazen dikensiz bir yolda sağlam yürümenizi engeller, köstektir bunlar. Yaşam enerjinizi almış götürmüş gibi hissedersiniz yıllar ama ne farkeder ki tutunmanız gerekiyordur izleyerek bitmezdir bu hayat adlı tiyatro sahneye çıkmak gerekir rolünüz en arkadada olsa, en öndede olsa eğlenmeniz gerekir tabi ki bunun yanında sahnedeki insanları, arkadaşlarınızı doğru seçmelisiniz. Kayıp olucağı kesinse, en azıyla kurtulmanın formülünü bulmanız gerekir.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Haute tension

Alexandre Aja evet yönetmenin adı bu. Beni etkileyen yönetmenlerden biri ve bence gelecek vaat eden biri. Bu filmden veya The hills have eyes'den hatırlanabilir kendine has bir tarzı var bu olmasa basit bir konu ve çok fazla gördüğümüz bir son ile bitmesine rağmen etkilenmezdik :). Film korku filmi de sayılabilir kimi ne göre - ki benim açımdan korku filmi uç bir noktadır neyse-, aşk filmi de, dram da ama bence gerilim filmi.

Cecile de france'dan mı bahsedeyim yoksa Maïwenn le besco'dan mı bilemedim. Cecile belçikalıymış maiwen fransız -zaten çok belliydi çekiciliginden- neyse efendime söyliyeyim bu iki arkadaş okuldan arkadaş ve bi hafta sonu ders çalışmaya maiwenn'in kırsaldaki evine giderler olaylar başlar. Zekice kurgulamalar var yatağın düzeltilip, lavabonun silinmesi gibi ha ne diyo bu demeyin film izlerken görürsünüz bunlar güzel hareketler :). Film insanların saplantılı duygularının başına neler açabilceği üzerinde dönüyor tabi bunu sonradan anlıyoruz. Müziklerinde dikkati mi çeken ve çok hoşuma giden bi kaç parça var bayadır dinliyorum favorilerimdendir hala. U-Roy dan Runaway girl, muse dan new born ve Ricchie poveri den Sarà perché ti amo ise en sevdiğim şarkıydı filmdeki insanın içini kıpır kıpır yapıyor.Filmde korku sinemasının alt kültürlerinede örnekler yok değil fransa sinemasının korku sinemasıyla çok işi olmazdı bildiğim kadarıyla ama Alexander ile bu değişicek gibi daha iyileri beklenmeli hele ki 3 milyon dolarlık bütçeyle bunlar çıktıysa ortaya..

Gece evde tek başınıza güzelce bir gerilmek istiyorsunuz ve ayağa kalkıp ellerınızı kollarınızı açmak gibi uğraşlara girmek te istemiyorsanız bundan ii gerilme beklemeyin. Ha bekleyin var ama daha sonra bekleyin onlarıda yazıcam :)

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Blonde redhead


Dinlemekten bıkılmayan şarkılara sahiptir bu grup. Bi kaç aydır müptelası olmuş dinliyorum hakkında yazıp insanlara da ulaştırmak istiyorum nedense benimsedim bu güzelliği ve herkese ulaşsın istiyorum. Çok paylaşımcı gördüm kendimi :).

Grup italyan asıllı pace kardeşler ve japon asıllı kazu'dan oluşuyor. Vokalist-gitarist amedeo pace, baterist ikizi simona pace ve solist-gitarist kazu makino. Alternative rock yapıyorlar. Rock ile elektronik müziği iyi harmanlıyorlar. Ağlatıyorlar. Gülümsetiyorlar. Uzaklara götürüyorlar. Onlar olayı bitirmişler ama ben onları anlatmaya kelimeler bulamıyorum tabi. Aşmışlar işte..
Durup düşünüyorum Kazu'nun sesini nası tarif edeyim diye aklıma bir şey gelmiyorken diyorum ki kendi kendime eğer şöyle bir şey olsaydı; biri intihar edicek olsa ve son olarak beni arıcak olsa ona hiç bişey söylemem ve kazu'nun seslendirdiği bir şarkıyı dinletir ve eğer intihar edersen bu sesten mahrum kalıcaksın.. Bence bunu yapmak istemezsin der ve intihar etmemesini sağlayabilirdim.

Bir gün hayatım film olsa soundtrackler blonde redhead'e ait olmalı. İşte bu kadar iyiler benim için. Dinleyin, dinleyeni sevin, sevene aşık olun, paylaşın.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Hayat

İçinde bulunduğumuz anları yaşamaktır hayat. Anlarımızı nası yaşamamız gerektiğiyle, yaşadığımızla anlamlanır. Bazen en güzel cümleleri yazarken içine çektiğin sigaranın dumanı kadar keyif verir bazense okyanusun ortasında batan geminden çıkıp ölüceğini bilerek çırpınmak kadar moral bozar. Ama bence ne olursa olsun güzeldir hayat. Hem o dumanı hayatında bir kere çekebilmek için ne de yorulunca boğulacağını bile bile yine de suyun yüzünde kalmaya çalışmayı isterim.

Her şey bakış açımızla ilgili hayata dair. Bazen bizim için olumsuz diye nitelendireceğimiz şeylerin düşününce ileride bir gün, olumlu olduğunu anlarız. Tam tersi durumlarda olabilir ama zaten olumlu bir şeyler yaşıyorsak ilerde bir gün olumsuz olduğunu düşünmeye başladığımızda yaşadığıma değerdi diyebiliriz. Olumlu bakmak, umutlu olmak, güleryüzlü olmak, sabırlı olmak, sevgi dolu olmak, kabullenici olmak, mütevazi olmak, hümanist olmaktır her an yapmamız gereken.

Mutlu olmalıyız, sevmeliyiz yaşadığımız her şeyi. Bir futbol maçında son dakikada gelen gol sevincini yaşamalısın, dinlediğin şarkıyı söyleyen solistin sesinin dünyanın en güzel seslerinden biri olduğunu düşünmelisin, öpüşmeyi sevmelisin, olmasını istediğin çocukların için nası bir gelecek oluşturmak istediğini düşünmelisin, yürüyebildiğini, duyabildiğini, görebildiğini ve konuşabildiğini düşünüp mutlu olmalısın, zipponun kapağını açarken çıkan sesi sevmelisin, sigarayı içine çekeren çıkan cızırtıyı sevmelisin, birilerinin vücuduyla birleşmeyi sevmelisin vs.. yoksa çok güzel şeyler yaşadığın sevgilinden ayrıldıkdan sonra hani çok üzülür ve dersin ki ''Keşke hiç tanışmasaymışız'' işte aynen bunun gibi içinde olduğun durum o kadar kötü gelir ki sana keşke doğmasaymışım dersin.

Hayatta her zaman ne için üzüldüğünü fazlaca sorgula ama ne için mutlu olduğunu fazla kurcalama. ''Değer mi kendimi üzmeye ?'' diye sor kendi kendine.

Güçlü bir insan da olabilirsin bu hayatta güçsüz de. Ama kendini bil ve ona göre hareket et.Güçlüysen kapasiten kadar güçlü ol, zayıfsan yine kapasiten kadar en güçlü zayıf ol. Ama ne yaparsan yap kendini olduğundan ne küçük gör ne de büyük. Ve izleme, yaşa kendi hayatını tam kapasiten ile.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Into the wild

Film Christopher Mccandless'ın hayatını anlatıyor ve film alışkın olduğumuz gibi çok satan romanlardan uyarlanma yazarı jon krakaue. Her neyse film 2007 yapımı ve yönetmen yakından tanıdığımız 2nci oscarını daha yeni almış bi isim Sean Penn.
Film Sean Penn gibi duyarlı birinin mesaj kaygısıyla çekmiş olduğu bir film olarak algıladığımdan görüntü, kurgu falan çok fazla üstünde durmak istemediğim bir film zaten bu genel izleyiciyi çokta fazla ilgilendiren bir şey değildir. Film kaçma isteğini, düşüncesini sembolize ediyor sanki. Christopher insanların tekdüze edilme isteğinden, sistemden kaçıyor ve bu 60'ların amerikasındaki hippileri anlamamızıda sağlıyor bi yerde. Başrolde Emile Hirsch oynuyor bence çok iyi bir performans sunmuş beni baya etkiledi bir sahnede doğadaki hayvanlara bakıp gülümsüyor ve gözlerinden yaş akıyordu o an hissettiklerini çok ii aktarmış.

Film herşeyden vazgeçip içinde bulunduğu durumdan kaçıp giden birini anlatıyor. İstemediği ve diretilen yaşamından kaçıyor. Yanına hiç bir şey almıyor ne para ne araba ne dünyevi başka bişi çantasıyla birlikte yollarda. Yeni insanlarla tanışıyor, otostop çekiyor, kamp yapıyor, işe giriyor, nehirde kano yapıyor hatta kanoyla meksikaya kadar gidiyor herşeyden zevk alıyor öyle bir insan ki parasızken günlerim daha heycanlı geçiyordu diye isyan ediyor. Filmin müzikleri benimde cok sevdiğim tarzlarda Eddie Vedder soundtracklerı yapmış, çokta iyi yapmış. Bu arada filmde tanıdık bir yüz görebilirsiniz evet Kristen Stewart evet Panic Roomda izlediğimde ilerde iyi bi yerlere gelebilceğini düşünmüştüm o filmden sonra baya bir güzelleşmiş sevgili Kristen. Bir an filmden kopmama neden oldu aman allahım neden bu kadar güzel ki modunda takıldım. Ah filmi düşünmek bile içimde pozitif enerji oluşturuyor.

Söylencek çok şey yok o kadar kötü filmler izledik ki zamanında bu film bir nimet gibi hayatımın 2 saat 30 dakkasını feda etmekten zevk aldım. Tavsiye ederim.
Happiness only real when shared.


Not: Uzun zamandır bunu yapmak istiyordum bundan böyle vakit buldukça eskiden izlediğim veya yeni izlediğim filmler hakkındaki yorumlarımı yazıcam. Unutkanlık gibi bir sorunum var. Hiç kimse okumasada ben okurum dimi =))

24 Nisan 2009 Cuma

Tamam diyebildim sadece

Pikapta led zeppelinin albümü var ve çalmaya başlayan şarkı stairway to heaven. Sanki hayatımın arka planında çalan bir şarkıymışcasına derinden etkilemeye başlıyor yine hele ki içinde bulunduğum durumu düşününce sanki bir bütünlük kazandırıyor bana her nekadar içimdeki boşluğu dolduramıyor olsada bütünlük hissi içindeyim.
Annemin yaptığı çorbayı içmeye başlıyorum çorba çok sıcak ve bu hoşuma gidiyor çünkü annemin çok sıcak sevdiğimi bildiği için böyle getirdiğini düşündürttürüyor. Annemi sevdiğimi düşünüyorum ve bu içsel bir şey ama düşününcede bana bu kadar değer vermesinin, beni bu kadar düşünmesininde etkisi yadsınmaz heralde. Bunları çok kısa süre düşünüyorum ve yine dalıyorum beni melankoliye sürükleyen olayların üstünde düşünmeye. Düşündükçe düşünüyordum ve karışıyordu düşüncelerim birbirine böyle olmucaktı ve bir mektup yazmaya karar verdim.

Mektup yazmakta zor geldi çünkü elim düşüncelerimin hızına yetişemiyordu ve ben düşüncelerimi geçiremiyordum kağıda anca bu kadar çıkmıştı, ''Seni her gördüğümde biraz daha mutlu oluyordum ve biraz daha üzülüyordum. Mutlu oluyordum çünkü bir kez daha görmüş oluyordum. Üzülüyordum çünkü yalnızca kısa süre için görüyordum ve yine gidicekti. Ne yapabilceğimi bilmiyordum çünkü uğraşlarımız farklı yerlerdeydi. Geceleri birbirinin yanından geçen trenler gibiydik. Selam! Güle güle! Gözlerim gözlerinin içine bakıyordu oralarda biyerde dalıp gidiyordu ve güzel yüzüne bakıyordum tanrıça gibiymişsin gibi geliyordu suratımda aptal bi gülümseme oluşturuyordu ve her ne kadar sen buna ''Yalandan gülme bana'' desende o gülücük yalanın ne olduğunu bile bilmiyordu. Bazen yüzüme bakıp sende gülüyordun ve o an kendimi sana çok yakın hissediyordum her ne kadar ışık hızıyla gelip geçiyorduysa da gülüşlerin. Yüreğimin yeniden çarpabildiğini hissettiriyordun bana ve hala hissedebiliyorum bunu yanaklarımı ıslatan damlalarda. Bunun için teşekkür etmeyi hiç becerememiştim oysaki.''.

Ey güzel aşk ayının ağzına balı çalıp kaçtın yine. Hep aynı boku yemesen olmaz sanki diye düşünüyordum ve o an şarkının sözlerini duyuyordum ve şöyle diyordu, ''Birini seversin mutlu edemezsin. Onun istediği gibi asla sevemezsin.'' yapamamıştım demekki istediği gibi.

Düşünmekten mi yoksa hiç birşey yapmamaktan mı bilemediğim şekilde uykum bastırıyordu belkide bilinç altımdır bu diye düşünüyordum çünkü uyumak bir nevi ölmektir.

Senaryo aynıydı yine ve sonunda sadece tamam diyebildim tüm çaresizliğimle.

21 Nisan 2009 Salı

Me and You and Everyone We know

if you really love me,then let's make a vow...
right here, together... right now.
- okay?
- okay.
all right.
repeat after me-
i'm gonna be free.
i'm gonna be free.
and i'm gonna be brave.
i'm gonna be brave.
good.
and the next one is-
i'm gonna live each day
as if it were my last.
oh, that's good.
you like that? yeah. say it.
i'm gonna live each day
as if it were my last.
fantastically.
fantastically.
courageously.
courageously.
with grace.
with grace.
and in the dark of the night,
and it does get dark...
when i call a name-
when i call a name.
it'll be your name.
what's your name?
never mind.
let's go. say it.
let's go. everywhere.
everywhere. even though-
even though-
we're scared.
we're scared.
'cause it's life-
it's life.
and it's happening.
it's really, really happening...
right now.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Bok.

Kilosu boyuna göre fazla olan insanlar vardır ya hani (bildiğimiz pis şişkolar neyse ama sakın yüzlerine sölemeyin bu şekilde.) işte onlar için bazıları şöle cümleler kurarlar ya ''Yemiş yemiş sıçmamış.'' işte buradan bu şekilde mantığa sahip insanlara seslenmek istiyorum.
Bir kere yiyip yiyip sıçmamak kilo aldırmaz. Bu mantık boş cünkü böle konuşursak sıçılmayan şey olan ''bok''un insanların kıçında kalma süresiyle kilo olma ihtimalinin doğru orantılı olduğunu da savunuyor olmuş olursun fakat yoktur böyle bir şey zaten bok'un kendisi yararsız bişidir vücütta durması istenilmediginden bok denilmiştir ona. Yararsız bir şeyde kilo aldırmaz bu böyle biline.
Bu arada türk insanının sıçtıktan sonra bok'una bakma oranı araştırmacıların dediklerine göre yüzde seksen oranındaymış aslında çok ilginç gelmedi bana düşündümde üretim adına ortaya birşey koyamayan bir topluluk olduğumuzdan ve çoğu insanın üretim namına ortaya çıkardığı tek ürün olduğundan normaldir. Bu da bir dipnot olsun diye düşünüverdim.

16 Nisan 2009 Perşembe

Maske

Yardımcıdır kendini saklamaya. İncinmekten, üzülmekten korkup kendini kendinin içine saklarken yanındadır o. ''Is there anybody in there ?'' diyen solistin sesiyle birlikte düşünmeye başladığında anlarsın kimsenin olmadığını çünkü saklıyordursun kendini.

Anlaşılmamaktan, anlatamamaktan, yanlış anlaşılmaktan, beğenilmemekten, bazen nedenini kendinin bile anlayamıcağı sebeblerden, çıplak kalma korkusundan, mükemmel görünme isteğinden ya da zayıf görünmeme isteğinden herneyse bi şekilde sebebleri olan bir eylemdir maskeyi takmak. Evet saçmadır çünkü kendini ne kadar saklarsan o kadar alınganlığın, hassaslığın artıcaktır ve cok kolay incinip, kırılabilceksindir artık.

Küçükken yaptığımız oyunlara benzer bi nevi kendinizi dolaplara, kanepe arkalarına ya da yatakların altına saklarsınız ki bulamasınlar sizi ama artık büyümüşsünüzdür ve insanlardan bu şekilde saklanılmıcağını iyi bilirsiniz en az kabullenemediğiniz zayıflığınız gerçeği kadar. Kendini susarak saklayamazsın bunu anca çok konuşarak yapabilirsin Murathan mungan'ın bir kitabında okumuştum cok eskilerden sevdiğim bir cümle vardır; '' Günün birinde yazdiklarımdan bir perde çekeceğim hayatıma. Herkes kağit üzerinde yazılanları benim hayatım sanacak, ben de hayatımı saklamış olacağım böylelikle. Saklanmanın en iyi yolu fazla gorunmektir biliyor musun? herkes seni gordugunu sanir, sen de rahat edersin. ''.

Eğer bunu başarabilirsen bir şekilde yüzeysellikte kalır her şey ve yabancılaşmaya başlarsın insanlarla. Bir gün gelipte açmak istersin kendini birilerine artık o kadar zor gelir ki bunu yapmak kendini saklamak daha kolaymış dersin ama bilirsin ki açmalısın kendini ve her ne olursa olsun zaten istediğinden maskeyi çıkartmaktan başka bir şey değildir.

15 Nisan 2009 Çarşamba

la ceremonie

Aşkın bir seremonisi vardır, sizi mutluluğa hazırlar. Bu seremoniyi çok seviyorum.

5 Nisan 2009 Pazar

Mutluluk

Bazen, mutsuzluk hayatınızın öyle büyük bir parçası haline gelir ki...
Hep var olmasını beklersiniz.
Çünkü hayatınızda, mutsuzluk olmadığını hatırladığınız bir an bile yoktur.
Ama günün birinde, başka bir duyguyu hissedersiniz...
Size iyi hissettirmeyen bir şeydir, çünkü tanıdık gelmiyordur.
Ve o anda anlarsınız ki, mutlusunuzdur.

Hayal kurmak

Çocuksun sen kurabildiğin kadar hayal kur derdi bana...

Bir içlenişle başladı büyüdüğümü anlamak. Kabullenemedim uzun zaman, kalmak isterken daha çocukça.
Uçurtmamın iplerini baglarken dengesini sağlamaya çalışmak yerine,
istemiyordum büyümeyle gelen dertleri unutmak için içip içip dengemi sağlamaya çalışmayı.
Sabahın köründe dışarı çıkıp düşünmeden hiç bişeyi acıkana kadar oyun oynamak istiyordum. Erik toplamak için çocukken çıktığım agaçtan düştüğüm acının yaşayabilceğim en büyük acı olmasını düşünmeyi istiyordum.
Yağmur yağarken gol atmaya çalışmak istiyordum düşünmemecisine hasta olup olmayacağımı.
Futbolcu kartlarıyla oyun oynamak istiyordum batak oynamak yerine.
Aşkın televizyonda gösterildiği gibi sonu güzel olduguna inanmak istiyordum biten bir çok aşkımdan sonra.
İnsanların hep benim gibi düşündüğünü düşünmek istiyordum içten fesatlık, kıskançlık gibi karakterlerini gördükten sonra bile.
Oturup saatlerce hayal kurmak istiyorum, hayal kurcak kadar saf değilken artık...

Emr dmr 22.12.2008 15:05

Göstermelik

Sevgiler
Sevişmeler
Aşklar
Arkadaşlıklar
İlişkiler
Yerişmeler
Övüşmeler
Hissedişler
Bakışlar
Takip edişler
Darılışlar
Barışmalar
Kavgalar
Savaşlar
Duruşlar
Yürüyüşler
Koşuşlar
Kovalamalar
Yakalayışlar
Kaçırmalar
Yorgunluklar
Dinlenişler
Yazışlar
İlgiler
İltifatlar
Gülüşler
AğLamalar
Tripler
Yaşanışlar
Bitişler
Devam edişler
Görünüşler
Okunuşlar
Yalanlar
Doğrular
Düşünüşler
Görüşler
Düşüşler
Kalkışlar
Konuşmalar
Dinlemeler
Sabredmeler
Direnmeler
Susmalar
Üzüntüler
Sevinçler
Anneler
Babalar
Kardeşler
Arkadaşlar
Sevgililer
ResimLer
İnanışlar
Aldanışlar
Kıskançlıklar
Fotoğraflar
Gösterişler


EmreDemir

16 Mart 2009 Pazartesi

Basit bir soru

Yaptığın şeyler hayatını daha iyi yaptı mı ?
Benimkini mi ?
Hiç sanmıyorum.

8 Mart 2009 Pazar

there is nowhere to go away

''Kaçmam gerekiyor içinde bulundugum durumdan uzaklaşmam lazım kendimi çok kötü hissediyorum'' dedi. Sonrasında ''Hayatım film olursa bir gün, filmin soundtracklerinden olmasını istediğim şarkılardan biriyle kadehimi kaldırmak istiyorum'' diye devam etti ve kadehini kaldırdı ''Tonight we drink to youth and holding fast the truth I don't want to lose what I had as a boy'' bu sözleri söyledi ve yavaş yavaş gözlerimin içine bakmaya çalışarak bitirdi içkiyi.
Düşünmeye başlamıştım onu izlerken masumdu, kaşları çatıktı, sanki yanına yanaşmasınlar istiyordu da ondan kaşları çatıktı , her zaman ki gibi evin en köşesinde duruyordu çünkü her zaman tedbirli olmuştu o yüzden sırtını duvara veriyordu heralde, bıkmıştı galiba güvenebilceği bir şeylerin olmayışından, küsmüştü sanki allaha içinde bulunduğu durum dolayısıyla. Bir anda irkildim bunları düşünürken, rüyasında konuşuyordu. Bir şeyler söyledi sanırsam ki neden güçsüz olduğunu sorguluyordu rüyasında. Bilinçaltı tamamıyla kendiyle ilgili sorunlarla doluydu demekki. İçimde ona yardım etme isteği vardı nedenini çıkaramıyordum ya seviyordum, ya da aşıktım. Bir çok şeyde uyum içersindeydik, beraber gülüp, beraber ağlayabiliyorduk, değişik konularda aynı fikirlere sahiptik ama bazende hiç anlaşamıyorduk bazı davranışlarım için beni beğenmediğini dile getiriyordu değişmem gerektiği konusunda bana tavsiyeler veriyordu nedenler açıklıyordu.

26 Şubat 2009 Perşembe

Pinokyo

Benziyorsun bana
Yapayalnızsın öylece asılı oralarda.
Çekiştiriyorlar iplerini, hareket ediyorsun.
Yosun tutuyorsun ağladıkça.
Yalanlar söylüyorsun.
Ben de söylüyorum yalanlar evet.
Yalan söyledikçe burnun uzuyor,
Ben de boyum uzadıkça yalan söylüyorum.
Sen ahşap bir tekillikte yaşıyorsun
Ben tüm çoğul imgelere rağmen tekil.
Çocuklukta tekrarlanan hayatın olmasına rağmen eskiyor tahta bacakların.
Benim gözlerime ise yaşlılık yerleşiyor çocukluğuma rağmen,titriyor parmaklarım.
Bir gülümseme çizmişler yüzüne,
oysa leş gibi hüzün kokusu yayılıyor renklerinden.
bense kendi gülümsememi kendim ekledim dudaklarıma.
ama ikimize de yakışmıyor değil hani.
ağlıyorum.
ağlıyorsun.
ben ağladıkça nasır tutuyor yüreğim.
sen ağladıkça yosun...

15 Şubat 2009 Pazar

Adı herneyse

Bazen, mutsuzluk hayatın öyle büyük bir parçası haline gelir ki...
Hep var olmasını beklersin.Çünkü hayatında, mutsuzluk olmadığını hatırladığın bir an bile yoktur.Ama günün birinde, başka bir duyguyu hissedersin elbet hissedersin bunu...İyi hissettirmeyen bir şeydir, çünkü tanıdık değildir ve o anda anlarsın ki,mutlusundur.

Nasılsın ?

İnsanlara nasıl oldugunu sorardım eskıden nasılsın iyimisin klasik cevaplar ıste bılırsınız zmn gectı ınsanlara nasıl olduklarını daha derınden sormaya basladıgımı dusunuyorum nasıl oldukları cok mu umrumda bılmıyorum belkıde bana sorarcaklar mı nasıl oldugumu acaba diye merak etmemden dolayı soruyorum bole ıcten...

Evet ınsanlar konusmak ıster kım ne derse desın ne kadar tek basımada yasarım kucuk dagların hepsı benım de dese herkesın bırıne ıhtıyacı var konusmak ıcın bunu goz ardı etmek turkcede kendını kandırmak olarak adlandırılır bence

Artık melek değilsin sen

Az önce gördüğüm bir kelebekti
Kanatlarını çırpıyordu, rengarenkti
Özgürdü, cesurdu, nereye gideceği belirsiz gibiydi
Özendirdi beni sanki kıskandırırcasınaydı hareketleri
''Ben de senin gibiyim uçabiliyorum. Hiç kıskandırmaya çalışma beni'' dedim içimden
''O zaman yanıma gel arkadaş ol bana'' dedi kanatlarını çırparken.
Denedim, düştüm.Denedim, düştüm.Denedim, düştüm.
Ne oluyordu!... Uçamıyordum...
''Ama ama benim kanatlarım var. Uçabiliyordum eskiden'' dedim içimden
Güldü bana bakarak o güzel kelebek sonra dedi ki
''Artık melek değilsin sen''

14 Şubat 2009 Cumartesi

Kaldığında olmadığına göre...

Kaçıp gitmeyi düşündüğümde daha onyedimdeydim.
Toplumdan
Olmamı söyledikleri şeyden
Tek düze bakış acısına sahıp ınsanlardan
Doğru bildigim seylerın yanlış olabılcegını dusunmek için
Hayata bakarken pencereden bir dağın zirvesine cıkıp bakmak icin
Doğal guzellıgı bulmak icin
Görünüşe aldanmamak icin
Boşyere aldığım eğitimden
Özünü arayış icin
Mutsuzluktan kurtulmak için
Özgür olmak için
Hayatı yakalamak için
Özleme duygusuna sahip olmak için
Boşa harcadığım zamanların telafısı ıcın
ve en önemlisi mutlu olmak için kaçmaktı.

-Kaçmak çözüm mü ?
-Kaldığında olmadığına göre...

9 Şubat 2009 Pazartesi

nothing as it seems

Gecenin bitimiyle başlayacak olan sabaha o kadar yakındı ki saat bir an için artık geceleri değil sabahları uyumaya başladın farkındasındır umarım diyen iç sesimi duyar gibi oldum ve sonra yatağıma doğru yöneldim. Son zamanlarda yatağıma yattığımda onu sığınağım, siperim gibi hissediyordum. Kendimi rahat hissettiğim bu yerde düşüncelere dalmıştım yine...
Bugün de hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı konusuna takılmıştı kafam. İnsanların çoğu gördüklerine inanıp göremediklerini göz ardı etme konusunda baya katı davrandığı bu son günlerde kafama başka ne takılabilirdi sanki..Düşündükçe benimde bu hataya cok düşmüş olduğumu çıkarabiliyorum yani bilinçaltımız yüzünden görmek istediklerimizi görmeye çalışırız ve bu bizi yanıltır veya önyargılarımızın yüzündende cok yanılmışızdır. Öyle birşey ki tamamen neyin ne kimin nası oldugunu bilmeden oluşturduğum yüzeyselliğe dayalı önyargılarımın bazen tanıma bilme anlama sürecinde beni pozitif yönde hayal kırıklığına uğrattıgına şahit olmuştum.
Yaşadığım şeyler, insanların bana bakışı, benim insanlara bakışım, olaylara ve kişilere anlam yükleyişlerim vs. hepsi beynimde film şeridi gibi geçerken farkına vardım ki bakış açımı genişletmeliyim çünkü gerçektende hiçbir şey göründüğü gibi değil.

6 Şubat 2009 Cuma

Monoton

Uyandıgımda gün çoktan aymış dışarıdan insan sesleri gelmiş oluyor.
Yüzümü yıkama alışkanlığım olmadıgından tualete girip çıkmakla yetiniyorum ve bilgisayarı açıyorum kahvaltıya kadar sevdiğim müzikleri dinleyip o gün ki ruh haline bürünmeye başlıyorum.
Bazen rocknroll dinlerken aynanın karşısına geçip dans ediyorum bazen ise slow müziğin ruhunu anlamaya çalışırken gözlerimi uzaklara daldırıyorum.
Kahvaltımı her zaman ki gibi hızlı hızlı yapıp bir şeyler çalmaya çalışıyorum gitarın akorsuz telleriyle. Başarısız olduğum düşüncesi hakim olmaya başladığında canımın sıkılması da başlamış oluyordu.
Sonra..
Bazen eski aşklarımı yad ediyorum aklıma çocukça hayallerim geliyor çoğu zaman gülümsememe neden oluyor ne güzeldi o günler diyorum şimdiyle kıyaslayınca saf bir hayalperstlik, bodoslama duygular, vs...
Arkadaşlar çağırıyor dışarıya zaten evde durmak bir eziyetmiş gibi geldiğinden atıveriyorum kendimi evden dışarı. Bir şeyler yapıyoruz neden ve niçin olduğunu bilmediğim şekilde sanki daha önce biliyormuşumda şimdi bilmediğimden dolayı kötü hissettiriyor.
Sonra..
Eve geliyorum sonra internetten arkadaşlarla konuşuyorum bir süre sonra tekrar sıkılmaya başlıyorum. Biraz uzaklaşmak için film izliyorum genelde güzel şeyler oluyor filmlerde bilirsiniz o salak pozitivizm akımından etkılendıgınden sonu hep iyi bitiyor filmlerin hiç gerçekçi değil hayat bu değil ya neyse yinede benimde hoşuma gidiyor bende öyle hayatlar isterdim diyorum. Ağlamaya başlıyorum hıçkıra hıçkıra yüzümü gömerken yastıgıma duysun istemiyorum kimsenın ağladığımı.
Rahatlatıyor ağlamak ve kalkıyorum oturduğum koltuktan açıyorum pencereyi ve sigaramı yakıyorum. Pencereden neresi olduğunu bilmediğim ufuk cizgisine dogru bakmaya başlıyorum pırıldıyan ışıklar geçip giden arabalar görüyorum. Nereye gidiyor bu insanlar ? Nereye gidiyoruz biz ?
Ve sonra uyanıyorum...
Cevap mı ne ? Bi yere gittiğimiz yok dönüp dolaşıp aynı yere varıyoruz.