22 Ekim 2009 Perşembe

İç geçirme

Evden çıkıp az önce görüşüp birkaç bir şey içmek için buluşcağı arkadaşının yanına gidicekti. Yapması gereken evden çıkıp metroya kadar yürüyüp taksime gitmekti. Evden çıkmadan önce dolabındaki kotlarına baktı bir türlü karar veremedi hangisini giyeceğini en sonunda çıkardı birtanesini ve giydi. Üzerine giyeceği tshirt için onlarca tshirt arasındanda birine karar verdi ve onuda giydi. Daha sonra hangi ayakkabıyı giyceğine karar verip ona göre kemer seçti. Evden çıkmadan deri ceketinide sırtına geçirmişti. Dışarı çıktığında hava yağmurluydu ve buz gibi bir hava vardı. Ceketin fermuarını iyice kapatıp, kapşonunuda kafasından geçirdi ve daha sonra Marlborosundan bir dal çıkartıp dudaklarının arasına yerleştirdi ve derin bir nefes çekerek yaktı sigarasını. Biliyordu ki metroya kadar yürüyecek ve bu esnadada sigarasını içmek için fazladan zaman harcamayacaktı. Yürürken sağına soluna bakıyordu ve insanları, bakışlarını, dış görünüşlerini inceliyordu. Bir çoğunuda beğenmiyordu. Bu düşüncelerle metroya yaklaşmıştı, sigarası da bitmişti o ara gözü yol kenarındaki kaldırımda kartonların üzerinde yatan adama gözü ilişti.


Yürümeye devam ediyordu ama gözü adamdaydı. İki büklüm olmuş üzerine üç beş tane kirli battaniye almış, saçı sakalı birbirine girmiş ellili altmışlı yaşlarında bir adamdı bu. Aklına acaba neden bu halde diye bir soru geldi çünkü o soğukta ve yağmurda insanlar koşar adımlarla biryerlere giderlerken o adam orada soğuk taşları hissetmemek için altına aldığı birkaç karton ve üzerindeki battaniyeyle ısınmaya çalışıyordu ve kendince birkaç şey uydurdu. Yüzü düşmüştü bu düşüncelerle birlikte, öyle bir iç geçirdi ki aldığı nefesin soguğunu ciğerlerinde hissetti aldırış etmemecesine bunu bir kez daha iç geçirdi. Tam anlamıyla içi burkulmuştu. Daha sonra metroya bindi ve kafasından atmaya çalıştı o adamı düşünmeyi çünkü bunu daha önce yaptığını hatırladı evet o adam hep oradaydı demekki öncedende düşünmemişim şimdi neden düşüneyim dedi fakat başaramadı aklından çıkaramıyordu. En son ne zaman çok fazla üşüdüğünü düşündü, en son ne zaman çok fazla acıktığını düşündü, en son ne zaman banyo yapamadığı olmuştu ki veya kafasına taktığı o büyük(!) sorunlarını düşündü vs. gözleri dolmuştu, kendini zor tutuyordu. Metroda o kadar kişinin içinde olmasaydı göz yaşlarını bırakıcak ve hüngür hüngür ağlıyacaktı. Elinden birşey gelmiyordu da o yüzden tek yaptığı içinden sisteme küfürler etmekti o an. Metro taksime varmıştı bi an herkesin indiğini görünce anladı ve kalktı yerinden. Sersemlemişti o dakikalar her şey boş geliyordu sallana sallana yürüyor ve kendine kızıyordu nasılda hep yanından umursamazca geçtiğini düşünüyordu.


Metrodan çıkarken daha metroya girmeden bir sigara içmiş olmasına rağmen yine yaktı bir sigara ve merdivenlerden çıktığında arkadaşını gördü. Selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra arkadaşının yapmış olduğu esprilere buruk bir gülümsemeyle karşılık vermeye başladı ve yürümeye başladılar istiklale doğru.. Her adımda daha çok kalabalığın içine karıştı ve daha çabuk uzaklaştı o adamdan, daha çabuk uyum sağladı topluma(!!)...

21 Ekim 2009 Çarşamba

Everything Is Illuminated

Liev schreiber'in yönettiği, Jonathan safran foer'in nobel ödüllü kitabından uyarlama olan filmde Elijah Wood ve Eugene Hutz (Gogol bordello grubundan hatırlayın.) oynuyor. Film genel anlamda müziğiyle, kadrajıyla, diyaloglarıyla veya Kusturica esintileri içermesiyle de çok hoşuma gitti.

Biz bu filmi daha önceden de gördük diyebilirsiniz izledikten sonra ama yahudi insanının nasılda vahşetle öldürüldüğü üzerine dönen bir film değil. İçinde komediyi de dramı da içeren bir yol hikayesi gibi. Gibisi fazla öyle(!), değilse de ben dedim oldu yani(swh). Yahudi ve koleksiyoncu bir gencin savaş öncesi dedesinin yaşadığı yer olan ukraynaya gidip yaşadığı toprakları görme isteği anlatılıyor. Bu genel konunun içinde ukraynaya gittiğinde ona tercümanlık yapıcak olan bir genç ve onun dedesininde dahil olduğu bir konu daha var. Doğu avrupa kültürü ve yaşamıyla ilgili gözlemler, ukraynalı gencin amerikan özentisi olması ve bundan kaynaklanan salakça soruları falan çok komikti. Birde madalyonun öteki yüzünde savaş bitti mi diye soran kadıncağızın olduğu izlenmeye değer bir film. Ukraynanın ne güzel ovaları varmış yahu dedirten film. Geçmişin herzmn bizimle oldugunu, tersyüz edilmiş şekilde bırakıldığını ve geçmişin herşeyi açığa kavuşturucağını sölüyor film.


İzlemesi en zevkli sahnesi ayçiçek tarlalarının içindeki o küçük klübemsi evin görüntülendiği sahneydi. O sahnenin müziği Paul cantelon'a ait Sunflowers. İzlenmeye değer bulduğum bu filmi olur da birgün izlerseniz, olur da bu yazıyı tekrar okursanız işte o zaman anlıcaksınız bu sonu.

20 Ekim 2009 Salı

The United States of Leland

Ryan gosling, Don cheadle ve Kevin spacey gibi oyunculuk konusunda gerçekten iyi isimlerin ayrıca Michelle williams, Jena malone, Chris klein ve Lena olin'in oynadığı bu bağımsız amerikan filminin yönetmeni ve senaryosu Matthew ryan hoge'a ait.

Film genç bir çocuğun yanlışı, doğruyu, aşkı, anneyi, babayı, kendini, acıyı, sevinci sorgulamasını anlatıyor. Bu sorgulamanın nedeni ise bardağın dolu tarafını değilde daha çok boş tarafını görmesi. Filmin düşündürmek istediği şeyler belli noktalarda konunun üzerine çıkıyor. Çok fazla karakter olmasına rağmen kurgulama çok hoşuma gitti, filmin müzikleride güzeldi. Konu olarak çok alakası olmasada bana donnie darkoyu hatırlattı filmin yapısı. Ryan gosling'in müthiş bir performansı vardı yine. Küçük bir kaç enstantaneden bahsedeyim, Michelle williams filmde Eatin soup adlı bir parçayı seslendirmiş ve bu filminde anakarakterinin sevgilisi olan Jena malone, Donnie darkodada aynı roldeydi.


Bağımsız sinemanın izleyici üzerinde bıraktığı etkiyi sevmemden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama izlenmeye değer bir film olduğunu düşünüyorum. Filmden kaptığım güzel bir sözü paylaşarak bitireyim;
''You have to believe that life is more than the sum of its parts''.

Oku, araştır, sorgula ve farkında ol

Son zamanlarda üzerinde yazmak istediğim şeylerden biri cahillik. Baştan söyleyeyim cahillik derken imkansızlıktan okuyamamış, köylü milleti falan da değil, her türlü imkana sahip cahiller. Faceboook'da dolanan videolardaki insanlar, salakça ve cahilce yorum yapanlar, esra ve ceyda kardeşler gibi veya uçtuğunu iddaa eden insanlara tepki verenler vs beni çok güldürüyor çünkü bir şekilde tepki gösterenlerinde onlara benzediğini düşünüyorum.

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar, okumayı söktükten sonra kitap okumayanlar, tv karşısından kalkmayanlar, bir insanın yakışıklı veya güzel olmasını çok umursayanlar, sadece futbolla yatıp futbolla kalkanlar, sevgilisi tarafından özgürlüğünün kısıtlanmasını sevgiyle açıklayanlar, hayatında roman alıp okumadığını utanmadan söyleyebilenler, milliyetçi olanlar, o videoyu paylaşmayanların türk veya müslüman olmadığını savunanlar, solcu olup tikky takılanlar, atatürkünde insan olduğunu unutanlar, atatürk'e insan diyeni atatürk düşmanı ilan edenler, oy verdiği partiye neden oy verdiğini bilmeyenlar, recep ivedik gibi filmlere gişe rekoru kırdıranlar, entel kelimesini hakaret olarak kullananlar vs. işte bu insanların bence artık dalga geçmemeleri gerekiyor çünkü gülünç bir durum oluşuyor. İçimden diyorum ki lan o dalga geçtiğin insanlar sen ve senin gibileri karikatürize eden bi tip ne dalga geçiyorsun.


Modern, çağdaş türk gencinin(!) çuvaldızı kendine bi batırması gerekiyor. Farkında olmalı, okumalı, araştırmalı, sorgulamalı ve bırakmalı artık cahilliği.

18 Ekim 2009 Pazar

Aynı olmak

O kadar çok aynı olunca, ne bekliyorlar sanki sonuçta ortak nokta kalmıcak tabi ki. Sonra yok anam biz birbirimize çok benziyorduk, yok bacım biz ruh eşiydik falan filan. Hadi lan ordan o kadar aynısınız ki sıkılıyorsunuz. O sana seni, sen ona onu hatırlatıyorsun ve kendinizden kaçıyorsunuz. Yalansa yalan de.

Bazı gerçeklerin toplamı

Herşeyi kontrol etmeye ve herkesi mutlu etmeye çalışıyorum. Bunlar beni bazen çok feci daraltıyor çünkü ister istemez yapıyorum bunu. Mesela eskiden bir caddenin ortasında yürürken bakardım sağıma, oradan geçen insanlara ve sonra solumdan geçenleri göremiyorum diye düşünüp uyuz olurdum, kontrol edemezdim kaçırdıklarımı. Sırf birileri istiyor diye muhabbet ediyorum, vakit geçiriyorum ama düşününce bunları, istediğimdende yapmıyorum sanki yapmış olmasam kalbi kırılcak gibi hissediyorum.

Bazen kendimi tanıyamıyorum niye bilmiyorum ama bazen böyle hissediyorum. Mesela şu an saçmaladığımı düşünüyorum ama bunu düşünme sebebim içimde ki bu değişik duyguları tam olarak aktaramayışım. Diyorum ki kendi kendime keşke biri olsa da, bana beni anlatabilse. Depresiflikle alakası olmayan bu düşüncelerimin nedeni bakış açımın, objektifliğimin ve kendime doğru soruları sormamın yetersiz olması beni böyle düşündürüyor gibi gibi.

Bazen aklıma bir yabancı sızmış gibi hissediyorum ve ben orada değilim de dışarısında neler olduğunu izliyor gibiyim düşünmeyi durduramıyorum, bırakamıyorum. Ve kontrol edemiyorum.

16 Ekim 2009 Cuma

İki çift lafım var

1* Dikkat ettimde aklımda birşeyler varken insanların söylediklerinin, yaşadıklarımın falan çok fazla bi anlamı yok bende.

2* Ölmeden önce yaşanması gerekn 1001 şey olmuş olsaydı çoğunu yaşamış olurdum.

15 Ekim 2009 Perşembe

Ex love, I'm so sorry

İnsanlar çoğu zaman kararlar verir ve bu kararlar insanın hayatını etkiler. Bazı kararları verdiğinde bunların hayatını çok fazla etkilemediğini düşünürsün ama aslında onlar bile çok etkiler. Bir yandan da sayıca çok fazla olmayan ve açıkça görülen kararlar verirsin hayatının kalan kısımını değiştirir.

Benim şuana kadar yaşadığım bir çok şey arasında hayatımı etkileyecek ve etkilemiş olan kararların sayısı üç tanedir. Bu üç kararımın şuan için iki tanesi yanlıştı. Bazen çok geniş düşünemiyorum heralde diyorum bunları hatırladığımda. Çocukluk yaptığımı düşündürüyor bana belkide hala çocuğum bilemiyorum. Sonuçta yanlış verilmiş kararlarım şuanımı etkiliyor ve doğru olanı tercih etmiş olsaydım şuan daha güzel olurdu hayatım. '' Yaptığın şeyler hayatını daha iyi yaptı mı ? '' bu soruyu daha önceki kayıtlarımda yazmış ve kendi kendime hiç sanmıyorum diye cevaplamışken aradan geçen yedi aydan sonra cevabım şuan hiç sanmıyorum gibi yuvarlak bir cevap değilde, kesin hatları olan bir cevap; hayır oldu.


Aşşağıdaki şarkıyı dinliyorum bir kaç gündür ve sanki 'o' bana sitem ediyor gibi geliyor. Sözler o kadar 'o'nunmuş gibi ki utanıyorum şarkıyı dinlerken. Söyleyecek bir şeyim olmaması içimi parçalıyor çünkü verdiğim karar yanlıştı çünkü verdiğim karar sadece benim hayatımı değil onunkinide etkiledi ve ben bu egoistligi yapmış olmaktan utanıyorum.


Seni karanlıkta tek başına bıraktığım için,
Kendimi bir sahtekar durumuna soktuğum için,
Açıklama yapıcak bir şeyim olmadığı için,

Hiçbir şeyin aynı olmayacağını düşündüğüm için,
Aşkımızın yeniden canlanmıcağını düşündüğüm için,
Pişmanlıklarımdan bahsettiğim için,

Bir daha asla ruhunu okşuyamıcağım için,
Bir daha asla kalbinin derinliklerine inemiceğim için,
Sana yalan bile söyleyemiceğim için,

Artık çok geç olduğu için,
Bana kızıp, benden nefret ettiğin için

Çok özür dilerim.


İlgili aramalar: müzik - esra kahraman exlove -  esra -  kahraman -  exlove

Ostrov / Island

Winner of the grand prize for best short film at the cannes film festival, Ostrov/Island (1973) from Fyodor Khitruk. I liked this short film. It's about capitalism. Director says to us everything within 9.30 minutes.

Fyodor Khitruk - Ostrov (island) from thelepermessiah on Vimeo.

11 Ekim 2009 Pazar

Entre les murs

Laurent cantet'nin yönettiği, François bégaudeau hem yazıp hem başrol oynadığı, cannes film festivalinde altın palmiye ödülünü almış bir film. Parisin banliyölerinden birinde geçiyor film ve daha çok göçmen çocuklarının okuduğu bir okulun, bir sınıfının dönemi boyunca yaşananlarını sade ve yalın bir şekilde izleyiciye aktarıyor.


Film genel konu itibariyle başarısız bi okulun, başarısız bir sınıfının başarısız öğrencileri başarılı olmaya çalışan bir öğretmen tarafından eğitilmeye çalışmasından bahsediyor ve biz bu senaryolara çok rastladık. Fakat bu film bana türlerinden daha farklı geldi ki; sadece bana değil cannes jürisinede öyle gelmiş ki altın palmiyeye layık görülmüş ve bence hak etmişte. Diğer yandan hollywood'un klişelerinede (örneğin; kahraman öğretmen sınıfa dersleri sevdirir. ) biraz giydirmiş gibi geldi bana. Filmde müzik kullanılmamış bu çok dikkatimi çekti değişik geldi gelmesine ama bir yandanda gerçek hayattada müzik olmadığını düşününce bu da gerçeklik katmış dedim kendi kendime. Filmde bir başka ilgimi çeken şey ise başrol françois'in gerçekte de öğretmen oluşu ve hikayeyi onun yazmış olmasıyla filmin neden bu kadar gerçekçi olduğunu çok fazla düşünmüyorsunuz.

Bilemiyorum bana mı denk geliyor yoksa kafa yapımdan mı kaynaklanıyor ama bu filmde de sistem eleştirisi bolca mevcut. Örneğin; fransa entegrasyonunu eleştiriyor, eğitim sistemini eleştiriyor, idealin gerçekle örtüşmemesi eleştiriliyor, öğretmen-öğrenci ayrımı eleştiriliyor ve burada simgeselleşmeler var gibi otorite-toplum gibi vs.


Hayat gibi bir film olması sebebiyle izlenmeli kategorisine giren filmlerden.

9 Ekim 2009 Cuma

Karmaşa

Ben kimdim ki sanki sadece düşler aleminde gezinen bir piçtim, ilk şarabımı onun elinden içtim de sonra sürtük oldu kalbim. Etraftaki yüzler, yapmacık gülüşler, bir anlık düşler bomboş her şey ne farkeder yinede bir umutla sarıldım kendime ama nafile baslarım vurdu tizlerime. Kimleri altıma yol yaptığımı düşdündüm de iki biraya köle olan özgür kızlardan iğrendim yine. Hemen orada istedim ki yazılsın adım ama mezarım nerde.
Medet umdum ama kıydılar kalbime, bir hiç oldum gerçeklikte. Salaktım ve bende içtim, bende sildim tek kalemde her şeyi. Değerdi insan uğruna ölmek ama bir hiçti artık çünkü aşk sadece loş ışıkta seks yapmaktı artık aşk için ağıt yakmamalıydı. Her kafadan çıkan ayrı ayrı sesler beynimi fena siktiler. Çektiğim acılar tahmin edilmezdi arada kalmışlık ve kaçarak yaşamak da takatimi bitirdi. Mutluluk, ağza çalınan bal gibiydi, kokusu bile yok şimdi.

5 Ekim 2009 Pazartesi

O an sen oradaydın.

Cumartesi akşamıydı, sıkılmıştım yine kendimden birden telefonum titremeye başladı. Arayan bir arkadaştı ve dedi ki hadi çık taksimde buluşalım. Hiçbir şey yapasım yoktu ama istiklal caddesinde yürümek bile iyi hissettirebiliyordu o yüzden gitmeye karar verdim. Metroya bindim, metronun gidiş yönüne ters şekilde oturdum ve insanların neler yaptığını izlemeye başladım camın yansımasından. Herbiri farklı, herkes farklıydı. Bir çocuk çaktırmadan burnunu karıştırdı ve burnundan çıkanı oturduğu yerin altına sürdü, diğer tarafta bir kız vardı cildine son rötüşleri yapıyordu, bir amca vardı alnı terlemişti emekçinin alın teri işte diye geçirdim içimden ve biri daha vardı kendini benimseyememişti daha yansımalarını hep farklı bir insan sanıyordu işte o da bendim.


Metrodan inip meydana çıkana kadar kaç adım atmak gerekiyor sayıyordum ki yine aklım sağa sola gitti unuttum kaçta kaldığımı. Işık görününce elimi cebime attım sigara içeyim diye oysa ki daha metroya binmeden önce içmiştim neyse zaten kutunun içindede sigara kalmamıştı. Metrodan çıktım burgerın karşısındaki büfeye doğru gidip bir paket kırmızı marlboro aldım herzamanki gibi. Sonra yürümeye başladım istiklale doğru, paketin ambalajını açarken sağa sola bakınıyordum sonra kapağı açıp bir sigara çıkarttım ve dudaklarımın değilde dişlerimin arasında sıkıştırdım filtreyi. Sigara paketini arka cebime koydum -bunu bir an önce sigarayı yakmak istediğimde yaparım- ve çakmağı çakıp derin nefes çekerek yaktım sigaramı ve dumanı verirken gözlerim hafif sağa kaydı ve işte o an sen ordaydın.


Ne yapıcağımı şaşırdığım çok durum olmuştur ama bu onlardan biri değildi. İki-üç metre yanından geçtim elimle çenemi kaşır gibi yapmıştım görsen bile tanıma diye gerçi artık dazlak olduğumdan tanıman da zordu ya neyse, garantiye alayım dedim çünkü biliyorum ki benden daha duygusalsın, biliyorum ki senin sevgin benimkine göre daha fazlaydı, biliyorum ki gözgöze gelsek kalbim beni zorlar ve belki de ayrılma isteğimin tamamıyla doğru olduğunu kendime bile söyleyemeyişimdi orada beni görmemeni isteme sebebim. İşte böyle geçtim, gittim yanından ama on metre kadar ilerleyebildim çünkü öyle özlemiştim ki, seni görmek istiyordum biraz daha uzaktan hasret gidermek, seni hissetmek çünkü senden sonra öyle yalnız hissettim ki kendimi, hep bir şeyler eksik kaldı eğlencelerimde. Bilirsin gözlerim ve burnum küçük, dudaklarım ve kaşlarımda kısa bunlara rağmen yüzüm uzun olduğundan çok boşluk var ya suratımda işte o boşluklar hep hüzün dolu.


Döndüm caddenin karşısında durdum seni izlemeye başladım. Öyle güzel görünüyordun ki, deri ceketin, elbisen, ayakkabıların, saçların ve gülüşün harikaydın her zamanki gibi. Gözlüğün yoktu sadece bu görebildiğim tek değişiklikti sendeki. Ah birde beni görseydin ne düşünürdün acaba belkide tanıyamıcağın kadar çok değiştim. Birini bekliyordunuz, yanında abin ve arkadaşın vardı. Ben seni hep güldüğünde yüzümü güldüren, ağladığında içimi kanatan masum biri olarak gördüm ya ondan olsa gerek caddenin karşısında seni izlerken ağlamsır gözlerle, güldüğünü gördüm de yüzüm güldü nasıl da özlemişim bunu. Moralim bozukken yanında kendim olabildiğim, herşeyimi anlatabildiğim, en az beni benim onu sevdiğim kadar sevdiğine inandığım, beni mutlu etmeye çalışan biri. Bunlar geçiyordu ki aklımdan gözlerim doldu, doldu ve yanaklarımı ıslattı gözyaşlarım. Fazla sürmesini istediğimden midir bilmiyorum, çok az sürdü gibi geldi bana o an ve arkadaşınız geldi. Görünmeden takip edicektim amacım daha fazla görebilmekti seni. Arkanızdan geliyordum çok yakın olmuştuk bi an dönüp baksan belkide görücektin o yüzden yan tarafa doğru gitmeye çalıştım ama kafamı çevirdiğimde bir dahada göremedim seni ve ilk kez istiklalin o kalabalığına lanet ettim.



Bir boku beceremediğim için özür dilemek istedim senden beni affetmeni, ilişkimizin içine ettiğim için özür dilemek istedim, seni üzdüğüm için özür dilemek istedim, sana ihtiyacım olduğundan özür dilemek istedim ve sonra yine kendimi daha çok düşündüğüm için nefret ettim kendimden.

2 Ekim 2009 Cuma

Dancer in the dark

Lars von trier, Breaking the waves ve Idioterne'den tanıdığımız ender yönetmenlerden ve bence seyircinin duygularınla en rahat oynayabilen yönetmenlerden. Film bir müzikal, drama karışımı. Belkide anti-müzikal demeliyiz(?). Başrolde Björk'ü görüyoruz fakat bir çok ünlü oyuncuda çıkıyor filmde karşımıza Peter Stormare, Catherine Deneuve, David Morse, Udo Kier gibi.


Film gerçekten izlediğim en iyi girişe sahip filmler listem olsa ilk sıralarda yeri garanti olurdu. Trier çekmiş olmak için çekmemiş bu filmi, sinemaya katkıda bulunma amacını güdmüş öyle ki kalıpları zorlamış mesela öyle bir etki veriyor ki hikaye kameranın olduğu yerde değilde, kamera hikayenin olduğu yerde veya dijital video kaydından 35mm'ye aktarma söz konusu ya da tripod'un ne olduğu unutturulmuş bununlada sınırlı değil ki doğal ışık kullanması. Bunların hiçbirini eminim ki ilk Trier denememiştir ama cesur ve farklı bir anlatımla sunması bu filmi izlemeseydim bir şeyler kaçırırmışım dedirtti bana.



Björk sever bi insan değilim (birkaç parçası hariç) ama bu filmde karakterine çok yakışmış bir björk görüyoruz gülüşü, dil çıkarışı, dans edişi, şarkı söleyişi insanı gülümsetiyor. Ortaya koyduğu karakter, benim üzüldüğüm sahnelerde bile gülümsüyordu ve bu saçma gibi geliyor ilk başta ama sonradan anlışılıyor ki karakterin ruh hali; kabullenmiş, umutsuz, sakin karışımı birşey ve bu daha da çok etkiliyor insanı. Mesela Jeff soruyor tren yolu üzerinde '' Göremiyorsun değil mi'' diye Selma ise ''Görecek ne var ki'' diyor ve sonrasında ''I have seen it all'' parçasıyla birlikte yine dans etmeye başlıyor selma ve insanın içine oturuyor birşeyler ve o an yapılması gereken tek şeyin ağlamak olduğunu düşündürüyor. Filmde en çok dikkatimi çeken boyun kırılma sahnesindeki efektin gördüğüm en başarılısı olmasıydı.
Yukarıda anti-müzikal demeliyiz belkide demiştim. Sebebi ise Selma'nın müzikaller için içinde hiç kötülük barındırmıyor demesiydi.
Film öyle ki Requiem for dream, Elephant man veya No man's land gibi (şimdi aklıma sadece bunlar geldi) insanı filmin etkisinde bırakan yapıtlardan biri.


Eğer sizde benim gibi pozitivizm akımı ile sonlanmamış filmlerden hoşlanıyorsanız kesin izlemeli diyeceğiniz filmler arasında olmalı.