19 Mayıs 2009 Salı

In the name of the father

In the name of the father orjinal adıyla türkçeye babamız adına diye çevrilmiş. 1993 yılında çekilmiş olan filmde başrolde Daniel day-lewis var hani şu There will be blood'dan hatırladığımız ve iki oscarı olan oyuncu. Yapımcılar arasında Gabriel byrne var hani şu Usual suspects de bay kaiser zannettiğimiz. Filmin yönetmeni ise Jim sheridan. Çok saçma bir şekilde, yanlış zamanda yanlış yerde olmanın verdiği nedenlerden ötürü hapishaneye düşen insanlarn başından geçen film, içinde haksızın yanında olmaya dayalı bir kişiliğe sahip olanlar için bazen sıkabilir, daraltabilir, terletebildir. İngilterenin demokrasi çığırtkanlığı yaparken bizim gibi ikinci veya üçüncü sınıf ülkelere, kendi içerisinde yaşadığı anti-demokratik olayları filmde bolca görebiliyoruz.
Film gerçekten alıntı bir konu olarak iyi ve vermek istediği mesajları iyi vermiş, kurguda güzeldi ve çekim açıları falan konusundan da bakınca gayet iyi bir film. Çok güçlü bir sistem eleştirisinin beyaz perdeye aktarılmış hali gibi. Sadece türkiyede yaşanıcağını düşündüğümüz hukuk olaylarının ingiltere gibi bir ülkede de yaşandığını görüyoruz. İrlanda-İngiltere arasındaki savaş esnasında yaşanmış olay o güne karşı bakış açısı yaratıyor. Filmin açılış sahnesi son zamanlarda izlediğim en etkili sahneydi. Tabii her zaman dediğim gibi filmin sahnelerinde müzik gerçekten çok önemli ve bu giriş sahnesinde u2 şarkısıyla beraber zirve yapmış. Filmin içindede güzel müzikler duyabiliyorz Jimi hendrix'i, Led zeppelin'i, Thin lizzy'i, Bob marley'i. Filmin içinde de bir nokta dikkatimi çekti film 1975 yılını konu alırken İngiltere'de gözaltına alma süresi yedi gün olduğunda tepki olarak bu sürenin uzun olduğunu gördüğümde bizim ülkeyi düşünüp bizde ne yedi günler gözaltında tutuluyor insanlar demiştim. Bu arada film izlerken tanıdık gelmedide değil çünkü türk sinemasında çıkan Pardon ile benzerlikler taşıyor.
Sonuçta bu film, film severim diyenlerin kesinlikle izlemesi gereken filmlerden. Duygusal insanların her ihtimale karşı yanlarından selpak bulundurmaları önerilir. İyi seyirler.

17 Mayıs 2009 Pazar

I don't want to lose what I had as a boy but it seems as if it is my destiny

Hani olur ya hayatınızı yaşadığınız şu ana kadar belli bir süre kendinizi çok harika falan hissetmişsinizdir. Başınıza geldiğinde sıkıntılı şeyler hemen o zamanlara -ki o zamanlar hep gençlık-çocukluk döneminizdir- dönmek istersiniz , o zamanki özelliklerinize sahip olmak istersiniz ama hani öyle bir şey yoktur ya cok af edersiniz ama bu çok boktan bişidir. Hayat devam ediyordur siz her ne kadar gençken sahip olduğunuz şeyleri kaybettiğinizi görmeye başladığınızda üzülseniz bile bunun kaderin kahrolası bir cilvesi olduğunu anlamayacak kadar aptal değilsinizdir. Aptal olmadığınız için bir kere salağa yatamazsınız, kabullenici bir yapınız olmaz, isyankardırsınız -kime?, ne için ?-, duygusalsınızdır, mükemmelliyetçisinizdir ve bunun gibi bir çok özelliğiniz sizin hayat denilen uzun ince bazen dikenli, bazen dikensiz bir yolda sağlam yürümenizi engeller, köstektir bunlar. Yaşam enerjinizi almış götürmüş gibi hissedersiniz yıllar ama ne farkeder ki tutunmanız gerekiyordur izleyerek bitmezdir bu hayat adlı tiyatro sahneye çıkmak gerekir rolünüz en arkadada olsa, en öndede olsa eğlenmeniz gerekir tabi ki bunun yanında sahnedeki insanları, arkadaşlarınızı doğru seçmelisiniz. Kayıp olucağı kesinse, en azıyla kurtulmanın formülünü bulmanız gerekir.

14 Mayıs 2009 Perşembe

Haute tension

Alexandre Aja evet yönetmenin adı bu. Beni etkileyen yönetmenlerden biri ve bence gelecek vaat eden biri. Bu filmden veya The hills have eyes'den hatırlanabilir kendine has bir tarzı var bu olmasa basit bir konu ve çok fazla gördüğümüz bir son ile bitmesine rağmen etkilenmezdik :). Film korku filmi de sayılabilir kimi ne göre - ki benim açımdan korku filmi uç bir noktadır neyse-, aşk filmi de, dram da ama bence gerilim filmi.

Cecile de france'dan mı bahsedeyim yoksa Maïwenn le besco'dan mı bilemedim. Cecile belçikalıymış maiwen fransız -zaten çok belliydi çekiciliginden- neyse efendime söyliyeyim bu iki arkadaş okuldan arkadaş ve bi hafta sonu ders çalışmaya maiwenn'in kırsaldaki evine giderler olaylar başlar. Zekice kurgulamalar var yatağın düzeltilip, lavabonun silinmesi gibi ha ne diyo bu demeyin film izlerken görürsünüz bunlar güzel hareketler :). Film insanların saplantılı duygularının başına neler açabilceği üzerinde dönüyor tabi bunu sonradan anlıyoruz. Müziklerinde dikkati mi çeken ve çok hoşuma giden bi kaç parça var bayadır dinliyorum favorilerimdendir hala. U-Roy dan Runaway girl, muse dan new born ve Ricchie poveri den Sarà perché ti amo ise en sevdiğim şarkıydı filmdeki insanın içini kıpır kıpır yapıyor.Filmde korku sinemasının alt kültürlerinede örnekler yok değil fransa sinemasının korku sinemasıyla çok işi olmazdı bildiğim kadarıyla ama Alexander ile bu değişicek gibi daha iyileri beklenmeli hele ki 3 milyon dolarlık bütçeyle bunlar çıktıysa ortaya..

Gece evde tek başınıza güzelce bir gerilmek istiyorsunuz ve ayağa kalkıp ellerınızı kollarınızı açmak gibi uğraşlara girmek te istemiyorsanız bundan ii gerilme beklemeyin. Ha bekleyin var ama daha sonra bekleyin onlarıda yazıcam :)

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Blonde redhead


Dinlemekten bıkılmayan şarkılara sahiptir bu grup. Bi kaç aydır müptelası olmuş dinliyorum hakkında yazıp insanlara da ulaştırmak istiyorum nedense benimsedim bu güzelliği ve herkese ulaşsın istiyorum. Çok paylaşımcı gördüm kendimi :).

Grup italyan asıllı pace kardeşler ve japon asıllı kazu'dan oluşuyor. Vokalist-gitarist amedeo pace, baterist ikizi simona pace ve solist-gitarist kazu makino. Alternative rock yapıyorlar. Rock ile elektronik müziği iyi harmanlıyorlar. Ağlatıyorlar. Gülümsetiyorlar. Uzaklara götürüyorlar. Onlar olayı bitirmişler ama ben onları anlatmaya kelimeler bulamıyorum tabi. Aşmışlar işte..
Durup düşünüyorum Kazu'nun sesini nası tarif edeyim diye aklıma bir şey gelmiyorken diyorum ki kendi kendime eğer şöyle bir şey olsaydı; biri intihar edicek olsa ve son olarak beni arıcak olsa ona hiç bişey söylemem ve kazu'nun seslendirdiği bir şarkıyı dinletir ve eğer intihar edersen bu sesten mahrum kalıcaksın.. Bence bunu yapmak istemezsin der ve intihar etmemesini sağlayabilirdim.

Bir gün hayatım film olsa soundtrackler blonde redhead'e ait olmalı. İşte bu kadar iyiler benim için. Dinleyin, dinleyeni sevin, sevene aşık olun, paylaşın.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Hayat

İçinde bulunduğumuz anları yaşamaktır hayat. Anlarımızı nası yaşamamız gerektiğiyle, yaşadığımızla anlamlanır. Bazen en güzel cümleleri yazarken içine çektiğin sigaranın dumanı kadar keyif verir bazense okyanusun ortasında batan geminden çıkıp ölüceğini bilerek çırpınmak kadar moral bozar. Ama bence ne olursa olsun güzeldir hayat. Hem o dumanı hayatında bir kere çekebilmek için ne de yorulunca boğulacağını bile bile yine de suyun yüzünde kalmaya çalışmayı isterim.

Her şey bakış açımızla ilgili hayata dair. Bazen bizim için olumsuz diye nitelendireceğimiz şeylerin düşününce ileride bir gün, olumlu olduğunu anlarız. Tam tersi durumlarda olabilir ama zaten olumlu bir şeyler yaşıyorsak ilerde bir gün olumsuz olduğunu düşünmeye başladığımızda yaşadığıma değerdi diyebiliriz. Olumlu bakmak, umutlu olmak, güleryüzlü olmak, sabırlı olmak, sevgi dolu olmak, kabullenici olmak, mütevazi olmak, hümanist olmaktır her an yapmamız gereken.

Mutlu olmalıyız, sevmeliyiz yaşadığımız her şeyi. Bir futbol maçında son dakikada gelen gol sevincini yaşamalısın, dinlediğin şarkıyı söyleyen solistin sesinin dünyanın en güzel seslerinden biri olduğunu düşünmelisin, öpüşmeyi sevmelisin, olmasını istediğin çocukların için nası bir gelecek oluşturmak istediğini düşünmelisin, yürüyebildiğini, duyabildiğini, görebildiğini ve konuşabildiğini düşünüp mutlu olmalısın, zipponun kapağını açarken çıkan sesi sevmelisin, sigarayı içine çekeren çıkan cızırtıyı sevmelisin, birilerinin vücuduyla birleşmeyi sevmelisin vs.. yoksa çok güzel şeyler yaşadığın sevgilinden ayrıldıkdan sonra hani çok üzülür ve dersin ki ''Keşke hiç tanışmasaymışız'' işte aynen bunun gibi içinde olduğun durum o kadar kötü gelir ki sana keşke doğmasaymışım dersin.

Hayatta her zaman ne için üzüldüğünü fazlaca sorgula ama ne için mutlu olduğunu fazla kurcalama. ''Değer mi kendimi üzmeye ?'' diye sor kendi kendine.

Güçlü bir insan da olabilirsin bu hayatta güçsüz de. Ama kendini bil ve ona göre hareket et.Güçlüysen kapasiten kadar güçlü ol, zayıfsan yine kapasiten kadar en güçlü zayıf ol. Ama ne yaparsan yap kendini olduğundan ne küçük gör ne de büyük. Ve izleme, yaşa kendi hayatını tam kapasiten ile.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Into the wild

Film Christopher Mccandless'ın hayatını anlatıyor ve film alışkın olduğumuz gibi çok satan romanlardan uyarlanma yazarı jon krakaue. Her neyse film 2007 yapımı ve yönetmen yakından tanıdığımız 2nci oscarını daha yeni almış bi isim Sean Penn.
Film Sean Penn gibi duyarlı birinin mesaj kaygısıyla çekmiş olduğu bir film olarak algıladığımdan görüntü, kurgu falan çok fazla üstünde durmak istemediğim bir film zaten bu genel izleyiciyi çokta fazla ilgilendiren bir şey değildir. Film kaçma isteğini, düşüncesini sembolize ediyor sanki. Christopher insanların tekdüze edilme isteğinden, sistemden kaçıyor ve bu 60'ların amerikasındaki hippileri anlamamızıda sağlıyor bi yerde. Başrolde Emile Hirsch oynuyor bence çok iyi bir performans sunmuş beni baya etkiledi bir sahnede doğadaki hayvanlara bakıp gülümsüyor ve gözlerinden yaş akıyordu o an hissettiklerini çok ii aktarmış.

Film herşeyden vazgeçip içinde bulunduğu durumdan kaçıp giden birini anlatıyor. İstemediği ve diretilen yaşamından kaçıyor. Yanına hiç bir şey almıyor ne para ne araba ne dünyevi başka bişi çantasıyla birlikte yollarda. Yeni insanlarla tanışıyor, otostop çekiyor, kamp yapıyor, işe giriyor, nehirde kano yapıyor hatta kanoyla meksikaya kadar gidiyor herşeyden zevk alıyor öyle bir insan ki parasızken günlerim daha heycanlı geçiyordu diye isyan ediyor. Filmin müzikleri benimde cok sevdiğim tarzlarda Eddie Vedder soundtracklerı yapmış, çokta iyi yapmış. Bu arada filmde tanıdık bir yüz görebilirsiniz evet Kristen Stewart evet Panic Roomda izlediğimde ilerde iyi bi yerlere gelebilceğini düşünmüştüm o filmden sonra baya bir güzelleşmiş sevgili Kristen. Bir an filmden kopmama neden oldu aman allahım neden bu kadar güzel ki modunda takıldım. Ah filmi düşünmek bile içimde pozitif enerji oluşturuyor.

Söylencek çok şey yok o kadar kötü filmler izledik ki zamanında bu film bir nimet gibi hayatımın 2 saat 30 dakkasını feda etmekten zevk aldım. Tavsiye ederim.
Happiness only real when shared.


Not: Uzun zamandır bunu yapmak istiyordum bundan böyle vakit buldukça eskiden izlediğim veya yeni izlediğim filmler hakkındaki yorumlarımı yazıcam. Unutkanlık gibi bir sorunum var. Hiç kimse okumasada ben okurum dimi =))